Akp ve Siyonizm
Ocak 7, 2012 1 Yorum
|
AKP’Yİ SİYONİSTLER İKTİDARA GETİRDİ
19.07.2007
Eski talebesi Tayyip Erdoğan’a yüklenen Necmettin Erbakan, AKP’nin siyonizmin emrinde bir parti olduğunu söyledi.
Eski talebesi Tayyip Erdoğan’a yüklenen Necmettin Erbakan, AKP’nin siyonizmin emrinde bir parti olduğunu söyledi. Erbakan, “Siyonistler, önce diğer işbirlikçileri son olarak da AKP’yi iktidara getirdiler” diye konuştu.
…
Siyonizm ile ilgili düşüncelerini de dile getiren Erbakan, “bu düşüncenin, ırkçı bir inanç olduğunu ve büyük İsrail’in kurulmasını kendisine amaç edindiğini” ifade ederek, “Siyonizmin, sahip olduğu sermaye ile bütün dünyayı ele geçirdiğini” belirtti.
Sevr Antlaşmasının, büyük İsrail’i ifade ettiğini söyleyen Erbakan, Kurtuluş Savaşı sonunda kazanılan zaferle bu antlaşmanın geçerliliğini yitirdiğini, batılı ülkelerin ise Lozan Antlaşmasını imzalamalarına rağmen, Sevr’in her zaman bu ülkelerin gündemlerinde olduğunu belirtti.
“AKP’nin, siyonizmin emrine girdiğini” iddia eden Erbakan, “Siyonistler, Refah Partisi’nin ardından işbirlikçileri iktidara getirdiler. Son olarak da AKP’yi iktidara getirdiler” diye konuştu. Erbakan Hükümetin dış politika konusunda yetersiz kaldığını da sözlerine ekledi.
***
***
***
***
***
*** GÜNEŞ 08 Temmuz 2007
EŞBAŞKAN CHP, Erzurum’daki billboard’ları Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) göre çizilen ve Erzurum’u Ermenistan sınırları içinde gösteren haritanın yer aldığı afişlerle donattı. Afişlerde Başbakan Erdoğan’ın BOP’un eşbaşkanı olduğu öne sürüldü.
CHP adayı Erbaşar Özsoy tarafından hazırlatılan afişlerde biri mevcut durumu gösteren, diğeri de BOP’a göre yapılmış iki harita yer aldı. BOP haritasında, Türkiye’nin bir kısmı Kürdistan, Erzurum ve bazı Doğu illeri Ermenistan sınırları arasında gösterildi. ÇOK ETKİLİ OLUYOR Üst kısmında ‘CHP iktidarında devleti böldürmeyeceğiz’ yazısının yer aldığı afişler, ‘CHP’den AKP’ye bugüne kadar yöneltilen en ağır suçlama’ olarak yorumlandı. Ermenilerin işgal yıllarında katliam yaptığı kentte afişlerin çok etkili olduğu bildirildi. http://www.gunes.com/2007/07/08/manset/manset.html *** “BÜYÜK İSRAİL PROJESİ”Nİ ANLAMAK, “RECEP TAYYİP ERDOĞAN”I ANLAMAK” DEMEKTİR
HASAN AYNA
Lübnan’da yayınlanan Arap gazetesi Müstakbel’in 18 Mayıs 2004 tarihli haberi özetle şöyle: Olan biteni daha iyi anlamamıza yardım edecek ipuçları, Mesut Doğan’ın “Büyük İsrail Projesi ve Türkiye” (Jeopolitik Dergisi, Yaz 2003) başlıklı yazısında var. İşte bu önemli yazıda değinilen bazı hususlar: 1862 yılında “Roma ve Kudüs” adlı eseri ile siyonist düşüncenin temellerini atan Moses Hess kitabında “Yahudi Meselesi”nin ancak kutsal toprakların yeniden düzenlenerek, Yahudilerin buraya yerleştirilmesi ile çözülebileceğini söylerken, İsrail devletinin stratejik hesaplarına kısa bir giriş yapmıştır. İsrail “Vadedilmiş Topraklar” olarak tanımlanan Nil ve Fırat’ın arasında kalan bölge (Arzı Mev’ud) üzerinde misyonu olduğunu ileri sürmektedir. 1993’te Amerika’da Barzani’nin fotoğrafı altında yapılan Nevruz kutlamalarında halay çekenlerin arasında Yahudi Lobisi’nin en güçlü örgütü olan AIPAC’in eski direktörü MORRİS AMATAY da yer alıyor. Şu ifadeleri, İsrail Kürt ilişkisinin izahı durumundadır: “Ortadoğu Coğrafyası’nın dinamikleri ele alındığında görülüyor ki Yahudiler ve Kürtler, Arap olmayan bir millet olarak, Araplar tarafından çevrilmişlerdir. Ortadoğu’nun yapısına zıt bu iki unsurdan Yahudiler bağımsızdır ama Kürtler değildir… Yahudi toplumu Ortadoğu’da Kürtlerin doğal ittifakçısıdır.” Kevin Brook “The Genetic Bands Between Kurd and jews” adlı kitabında, “Kürtler ile Yahudilerin akraba olduğunu, ancak Araplar ile Türklerin kromozomlarının Kürtlerin koromozomları ile hiç uyuşmadığını” belirtiyor. İsrail eski Başkanlarından Şimon Perez, “Yeni Ortadoğu ve Uzun Bir Yol” adlı kitabında (s.126), Fırat ve Dicle’den “yaşam dolu sular” diye bahsediyor ve “ORTADOĞU’DAKİ SULARIN HERKESE AİT OLDUĞUNU VE SU İÇİN SAVAŞILABİLECEĞİNİ” yazıyordu. Amerikan Dışişleri Bakanlığı Okyanuslar ve Çevre Bölümü Başkanı David Satterfield’de şöyle diyor: “İsrail, Ürdün, Batı Şeria ve Gazze sürekli su sıkıntısı içinde. Nüfus artışı ve ileride görülecek ekonomik gelişmeler, bu bölgenin su kaynakları üzerinde daha geniş bir bölüşme baskısı yaratacaktır” Engin Sunar, “Dürüstçe Açıklayın”, 23.6.2004 tarihli Yeniçağ Gazetesi). Yazımın bu noktasında, görgü tanığı Zeynep Göğüş’ün yazdıklarına yer vermek istiyorum (1.7.2004 tarihli Tempo Dergisi): “Yer Brüksel’deki Uluslararası Basın Merkezi. Yıl 1983, aylardan Eylül olmalı. İsrail Dışişleri Bakanı İzhak Şamir’in basın toplantısını izleyen gazeteciler arasındaydım. Sorular birbirini izliyor ve sıra Kürtlere geliyor. Şamir, Türkiye’yi ‘Kürdistan’ı işgal altında tutan devletlerden biri’ olarak tanımlıyor. İsrail’in bu önemli siyaset adamı şöyle devam ediyor: ‘İşgalci devletler yüzünden Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi bir türlü sonuca ulaşamıyor…’ (sürecek) http://www.pervasiz.com/modules.php?name=News&file=article&sid=2667 “İsrail’in Kürtleri Saddam yüzünden kurtarmaya, daha doğrusu ‘kullanmaya’ kalktığını düşünmek aşırı saflık olur. İsrail’in Ortadoğu’daki stratejisi içinde bağımsız bir Kürt devletinin fikri bugün ortaya çıkmadı. MOSSAD’ın Kürtlere desteğinin başlangıcı 1958’lere kadar gidiyor. Gazeteci dostumuz Turan Yavuz, bu konuyu enine boyuna irdelemiş ve Washington muhabiri iken yazdığı kitabında kullanmıştır. İsrail, Kürt kartını bilinçli bir biçimde elinde tuttu. Önce Körfez Savaşı, ardından da Irak’ın işgali, İsrail’in bu kartı daha iyi kullanmasına fırsat verdi.” “Ortadoğu’daki İsrail’in güvenliğini ilgilendiren önemli bir alan, ‘su’dur. Su kaynaklarının üzerinde bir Kürt devletinin kurulması ise, İsrail’e manipüle edeceği (yönlendireceği) yeni bir kart sunacaktır.” Arslan Bulut’un “Büyük Ortadoğu Projesi MOSSAD’ın Planıdır” ve “VE… ERDOĞAN İSRAİL’İN PROJESİNİ SAHİPLENİYOR” başlıklı yazıları (26.05.2004 ve 23.06.2004 tarihli Yeniçağ Gazetesi), konuya tam bir açıklık getirdiğinden, bu yazılardaki bilgileri aynen aktararak yazıma son vermek istiyorum. 10 Eylül 1968’de, İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan, İsrailli subayları eğitim için Kuzey Irak’a gönderme kararı aldı. Bu karar Molla Mustafa Barzani’nin İsrail’e yaptığı ziyaret sırasında sağladığı mutabakatın sonucuydu. 6 Ocak 1975’de Molla Mustafa Barzani, Washington’a bir mektup yazarak, Amerikalılardan “KÜRDİSTAN’I ABD’NİN 51. EYALETİ YAPMALARINI İSTEDİ.” Barzani o günlerde yaptığı açıklamada, “Şayet Amerikan yardımları ihtiyacımızı karşılayacak düzeyde olursa, Kerkük’teki petrol merkezlerini ele geçirebilecek kadar güçleneceğiz. Bunu başarırsak, bu petrollerin idaresini Amerikan şirketlerine bırakacağız” demişti. Bugün oğlu Mesut Barzani’nin Kerkük sevdasının altında bu düşünce yatmaktadır. 23 Mart 1974’te Barzani’nin ilk eşinden olan oğlu Ubeydullah, Saddam’a sığındı ve “babasının ayrılıkçı olduğunu, kardeşi Mesut ile birlikte İsrail’i ziyaret ettiğini, Irak devletine karşı düzenlenen bütün saldırıları İsrail’in planladığını” açıkladı. Ubeydullah, “Babam, İsrail güdümlüdür. Karargahında sürekli olarak kendisine danışmanlık yapan İsrailli subaylar vardır. Babam, onlardan aldığı talimatları Mesut’a ve iki yeğenine iletir. Onlar da hiç düşünmeden bu emirleri yerine getirir” dedi. Şimon Perez, 1991’de yapılan Sosyalist Enternasyonal toplantısında “Bir Ortadoğu Güvenlik ve İşbirliği Konferansı düzenlenmesini ve buna Türkiye’nin öncülük etmesini” istemişti. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ile birlikte, Tayyip Erdoğan’ın Helsinki süreci benzeri bir İstanbul sürecinin başlatılmasını istemesinin ardında yatan işte bu düşüncedir. Tabii Kamu Yönetimi ve Yerel Yönetimdeki sözde reformlar da bu süreçteki uygulamadır. Harvard Üniversitesi’nde “Ortadoğu’da Demokrasi, Avrupa’da Çoğulculuk ve Türkiye Persfektifi” konulu bir konferans veren Erdoğan, Ortadoğu’da demokratikleşme talebi olduğunu vurgulayarak, demokratikleşmeyi teşvik için “Ortadoğu’da çok taraflı bir işbirliği forumu”nun kurulmasını da istedi. Aslında İstanbul üzerine senaryolar Tansu Çiller döneminde ısıtılmaya başlanmıştı. Hatta Ertuğrul Özkök, Çiller’in İstanbul’u başkent yapma fikrini gündeme getirmesini istemişti. Mesut Yılmaz’a verilen federasyon planlarında da İsranbul ayrı bir devlet haline getiriliyordu. (Patrikhane’ye ekümenik sıfatını vererek İstanbul için böylece ilk temeli atmış oldular. Hasan Ayna) Yine ABD, İngiltere ve İsrail, 27 Ocak 2004 tarihli Time dergisinde yayınlanan haritadaki sarı bölgeyi, yani Türkiye, İran, Irak, Suudi Arabistan, Yemen, Kuveyt ve diğer körfez ülkeleri ile Ürdün, Suriye ve Irak’ı tamamen ele geçirmek istiyordu. Özbekistan ve Kırgızistan da bu haritaya dahildi. Birinci aşamadaki hedef, “Kürt Bölgesi” diye adlandırılan bölgede yeni bir devlet oluşturmak, Irak’ın başına Yahudi asıllı birini getirmek; böylece vaat edilmiş toprakları birleştirmektir. İkinci aşamadaki hedef, sarı bölgede ABD, İngiltere ve İsrail beyinli bir Ortadoğu Birleşik Devletleri kurmaktır. Tüm bu yazılanlar birlikte değerlendirildiğinde; ATATÜRKÇÜLERİN AKP İKTİDARINA KARŞI YAPTIĞI MÜCADELENİN, ASLINDA EMPERYALİZME KARŞI YAPILAN ONURLU BİR MÜCADELE OLDUĞU ANLAŞILMIŞTIR sanıyorum. (Vural Savaş, Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı, (Büyük İsrail Projesi”ni anlamak, “Recep Tayyip Erdoğan’ı anlamak” demektir, Aydınlık, 28 Kasım 2004, Sayı: 906.) Clinton şöyle diyor: “19. ve 20. yüzyıllar Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması ile geçti. 21. YÜZYILI TÜRKİYE BELİRLEYECEK”. Türkiye, Avrasya’nın kilidi ve anahtarıdır. 19. ve 20. yüzyıllardaki eli kanlı emperyalistler için tek istisna Mustafa Kemal’dir. Onların oyunlarını bozmuştur. Onun için Kemalizmi istemiyorlar. “Türkiye’deki en önemli sorun Tanzimat kafalı sığ politikacılardır. Çözüm, dünü iyi değerlendirip, bugüne, yarına ışık tutan politika ve politikacılardır.” “NE YAPARLARSA YAPSINLAR, BU HALKIN RUHUNU SATIN ALAMAYACAKLARDIR! BAĞIMSIZLIK VE ÖZGÜRLÜĞÜN BEDELİ YOKTUR! Onların bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı vardır”(1) (Biz Çanakkale’de Allah’la savaştık, Bir Destandır Çanakkale, Vehbi Vakkasoğlu, Nesil Yayınevi. Hasan Ayna). 1 Muharrem Bayraktar, Koridor, Meltem TV, 28 Kasım 2004) http://www.pervasiz.com/modules.php?name=News&file=article&sid=2678 ***
Türkiye’deki Yahudi lobisi
Nur Arslan
Vakit’ten tezkereye destek: “Haydi hayırlısı” AKP’nin ABD ve İsrail’in dayattığı Barış Gücüne Türk Ordusu’nu sokmak için gösterdiği inanılmaz çaba, bunların iddia ettikleri gibi Müslüman olmadığını ortaya çıkardı. AKP, meclisten geçirdiği tezkere ile Lübnan’da direnen Hizbullah’ın, Filistin’de direnen Hamas’ın, ABD ve İsrail’e kafa tutan İran’ın karşısında yer aldı. Bu süreçte halkın dini duygularını sömürerek, Müslümanlığı siyasete alet ederek iktidara gelen AKP’nin işbirlikçi tavrını aklamak için Şeriatçı basının gösterdiği çaba dikkate değerdi. Kendi tabanı ve ABD’nin talepleri arasında sıkışan Tayyip Erdoğan’ın imdadına Şeriatçı basın yetişti. Gazeteciliğin yan gelip yatmak olmadığını, Hıristiyan ABD ve Yahudi İsrail için nasıl çalışabildiklerini göstermiş oldular. Müslüman tabanın nasıl Siyonist ve emperyalist saldırganlığa karşı tarafsız hale getirilebileceğinin örneğini sergilemiş oldular. Tezkerenin geçişini Yeni Şafak Gazetesi “86 yıl sonra Lübnan’da” manşetiyle açıkladı. Zaman gazetesi Osmanlı hinterlandında bize düşen görevin bölgesel bir güç olarak Ortadoğu’da söz sahibi olmamız gerektiği tezlerini işleyip durdu. Eski bir vilayetimiz olan Lübnan’a sanki egemen bir güç olarak Türk askeri gidiyormuş gibi bir hava yaratıldı. Peki, 1948’e kadar Osmanlı’nın vilayeti olan Filistin toprakları o çok barışçıl BM tarafından İsrail’e hediye edilmedi mi? İsrail Devleti BM aracılığı ile Filistin topraklarında ilan edilmedi mi?
Vakit Gazetesi ise tezkerenin geçişini “Haydi hayırlısı” manşetiyle duyurdu. BM Barış Gücü bünyesinde Somali’de görev yapan emekli askerlerin önerilerini sayfalarına bakın nasıl taşıdı: Türk askeri kendisine selam veren halka Aleykümselam şeklinde karşılık vermeli, üniformalarıyla camilerde namaz kılmalı, İsrail’e yakın görüntü vermekten kaçınmalıymış. Vakit Gazetesi takiyyecilikte sınır tanımıyor. Türk milletini kandırdığına o kadar emin ki, aynı yöntemi Türk askerine Lübnanlıları kandırmak için öneriyor. Lübnan halkı İsrail füzelerine karşı elindeki silahlarla direnmeye çalışırken, Türk askerine onların elindeki silahları toplama görevi vereceksin, sonra da gidip camilerde üniformalarla namaz kıldıracaksın! Gerçekten de haydi hayırlısı!
Şeriatçı basın Hıristiyan ABD’nin ve Yahudi İsrail’in yanında Tezkerenin geçmesinden evvel Tayyip Erdoğan Türk askerinin Lübnan’da Hizbullah’a karşı askeri güç kullanmayacağını taahhüt etti. Şeriatçı basın ise bunun üzerine, BM kararlarını halktan saklayacak her türlü oyuna başvurdu. Oysa İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarının başlamasının ardından ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, “Yeni Ortadoğu için artık zaman geldi” açıklamasında bulunmuş, İsrail saldırılarının nedeni olarak Hizbullah ve Hamas’ı göstermişti. Ancak İsrail’in Güney Lübnan işgali beklenen sonucu vermemiş, Hizbullah güçleri müthiş bir direniş örneği sergilemişti. Lübnan içersinde ancak birkaç kilometre ilerleyebilen, kara savaşında başarısız olan İsrail tüm bunlar yetmiyormuş gibi kendi evinde de vurulmaya başlanmış, Hayfa gibi şehirleri Hizbullah’ın füze saldırılarının hedefi olmuştu. Şimdi ise ABD, İsrail eliyle başaramadığı işgali bölgede konuşlandırılacak bir Birleşmiş Milletler Barış Gücü oluşturulması eliyle gerçekleştirmek istiyor. ABD’nin uydusu olarak bilinen BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 1071 sayılı karar tam da bu amaca hizmet ediyor: Bölgeyi Hizbullah türü silahlı örgütlerden arındırmak, İsrail’in yeni saldırıları için yeni fırsatlar yaratarak Lübnan’ı ele geçirmek ve böylece açtığı bu kanaldan İran ve Suriye’ye saldırmak. Türkiye ise meclisten AKP milletvekillerinin geçirdiği tezkere ile bu cepheleşmede yerini aldı. Türk halkının ezici çoğunluğun karşı çıkmasına rağmen Türk Ordusu ABD-İsrail cephesinin bir parçası oldu. Bu noktada meclisin iradesiyle Türk Ordusu’nun Barış Gücü’nde yer almasının tek bir anlamı var. Yahudi İsrail’in, Hıristiyan Haçlı Batısının yanında yer almak. Eğer BM’in hedefi barış için bir tampon bölge oluşturmaksa neden Güney Lübnan’a yerleşmektedir? Barış gücü adındaki bu güç neden İsrail topraklarına değil, sadece Lübnan topraklarına konuşlandırılmaktadır? Bu gücün barış gücü değil, işgal gücü olduğu ortadadır. Aksini iddia eden Şeriatçı basın bu soruları cevabını vermek zorundadır. Lübnan’a asker göndermek, 1974’te Kıbrıs’a asker çıkarmakla aynı şey mi? Tayyip Erdoğan tezkereden evvel yaptığı konuşmasında, masum insanların ölümüne seyirci kalamayacağımızı, Lübnan Başbakanının sürekli aradığını söylemiş, Türk halkını “bananeci” olmakla suçlamıştı. Bu açıklamanın ardından tüm Şeriatçı gazeteler tek bir ağızdan Tayyip Erdoğan’ın bu çıkışını güçlendirecek haberler yapmaya başladılar. Yasin Doğan Yeni Şafak’taki köşesinden “ABD ve İsrail’in kısmi çıkarları olacak diye Lübnan halkının yardım talebine duyarsız kalmak sadece siyasetsizlik değil, ahlaki tutarsızlıktır” diye buyurmuş. Resul Tosun ise aynı gazetede “Türkiye’ye Lübnan halkından açık davet var. Başbakanın da dediği gibi İsrail’i savunmak ve ABD’nin yanında yer almak için gitmiyoruz. Bulunmamız gereken yerde bulunmak için gidiyoruz.” şeklinde yazmış. Yalan makinası öyle bir çalışıyor ki sanki, hem İran Devleti hem de Hizbullah Türk askerini Barış Gücü’nün içinde görmek istiyormuş gibi bir hava yaratılıyor. Ancak bu kesimlerden bu yönde buldukları tek açıklama Şii din adamı Hüseyin Fadallah’ın “Müslüman Türk Ordusunun barış gücü olarak Lübnan’a gelmesini teşvik ediyoruz” şeklindeki açıklaması. Oysa Hizbullah’ın televizyonu El Manar adına tezkere oylamasını izleyen Hassan Tahravi; “Bu karar Lübnan halkını incitmiş ve yaralamıştır” şeklinde bir açıklamada bulunmuş, yine Hizbullah milletvekillerinden Emin Şerif “Hizbullah olarak hiçbir ülkeden yardım istemiyoruz. Lübnanlılar Türk halkını çok sever. Onlar bizim kardeşimizdir. Fakat BM, Türk askerinden Hizbullah’ın silahsızlandırılması yönünde bir talepte bulunursa karşı çıkarız. Türk hükümeti Lübnan’a aksar gönderirse sonuçlarına katlanır.” açıklamasını yapmıştı. İsrail Lobisi öyle çalışıyor ki, Türkiye’nin 1974’teki Kıbrıs Harekâtı ile Lübnan çıkarması aynı kefeye konuluyor. Zaman Gazetesine göre Türkiye 1974’teki gibi risk almalıdır. Yeni Şafak yazarı Taha Kıvanç’a göre ise Türkiye tüm itirazlara rağmen nasıl Kore’ye asker gönderdiyse, bu gün de aynı kararlılığı göstermeli, bölgesel bir güç olduğunu göstermelidir. Oysa Türkiye Kıbrıs Çıkartmasını ABD’ye rağmen gerçekleştirmiş, bölgesel bir güç olduğunu göstermiştir. Kore ve Lübnan meselelerinde ise durum farklıdır. Türk askeri burada başka emperyal güçlerin vurucu gücü yapılmak istenmektedir. Şurası açıktır ki, Hizbullah kaybederse Lübnan düşecektir. Lübnan düşerse Suriye düşecektir. Suriye düşerse Filistin tamamen kaybedilecek, İran’a saldırı için gerekli koşullar oluşacaktır. Siyonist saldırı bu yoldan Mescidi Aksa’ya saldırabilecektir. Türkiye İslam coğrafyasının kuşatılmasına alet olacaktır. İşte bu noktada tezkereyi savunmak, Türk halkını bunun gerekliliğine inandırmak için gerçekleri saklamak Siyonizmin uşaklığını yapmaktan başka nedir? Türkiye bu şekilde Şeriatçı basının iddia ettiği gibi masum insanlara yardım etmiş olmamakta, tersine masumların elindeki silahları toplamaktadır. Şeriatçı basın; satılık İsrail askeri Tezkere sürecinde “Lübnan’a gidecek Mehmetçiğe günlük 150 ila 200 dolar oranda görev tazminatı, ayrıca subay ve astsubaylara da maaşlarına ek olarak Lübnan tazminatı” şeklinde gibi haberler başta Yeni Şafak gazetesi olmak üzere tüm Şeriatçı basında yer aldı. Şeriatçı basın bu şekilde paralı İsrail askerliğini Türk halkı için cazip bir öneri haline getirmeye mi çalışıyor bilmiyoruz? Bu şekilde Türk gençlerinin güle oynaya İsrail’in paralı askerliğini kabul edeceğini mi düşünüyorlar acaba? Herşeyi pazarlama yetkisini elinde bulunduğunu sanan Tayyip Bey bu şekilde bir pazarlığı İsrail le yapmış mı bilmiyoruz: Tek bildiğimiz iktidarın da, onun kiralık kalemlerinin de kendilerini iyi pazarladıkları. Tek gördüğümüz yıllardır karşı oldukları, tüm dünyadaki kötülüklerin arkasında gördükleri Yahudi sermayesinin artık kendi ceplerini doldurmaya başladığı.
http://www.turksolu.org/116/arslan116.htm *** |
AKP’nin PERDE ARKASI Milli Çözüm Dergisi Milli Çözüm Araştırma Ekibi
Karasinekler, iltihaplı yaraları arayıp kondukları gibi, Siyonizmin süvarileri de makam ve menfaat düşkünlüğü dışa vurmuş tipleri bulup, onları kendi milletine ve ülkesine karşı kullanmakta ustalaşmıştır. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz de (aslen Yahudi olup Siyonizmin Türkiye ve Ortadoğu stratejisti) Refah Partisi İstanbul Beyoğlu İlçe Başkanı Tayyip Erdoğan’ı keşfetmesinden sonra Erdoğan malum medya marifetiyle toplum gündemine taşınmış, İlçe Başkanlığından İl Başkanlığına, oradan belediye başkanlığına ve derken Parti kurulup başbakanlık adaylığına varan hızlı yükseliş tirendi başlatılmıştır. Erdoğan’ın Abramowitz’le Kasımpaşa’daki özel bir vakıfta başlayan tanışıklıkları, belediye başkanı seçilme öncesi ve sonrası Belediyenin Florya tesislerindeki görüşmelerle devam etmiş, ardından Tayyip Erdoğan’ın Amerika ziyaretleri yoğunlaşmıştır. İlk defa 17-21 Nisan 1995’te başlayan, daha sonra 17-22 Kasım 1996, 20-23 Aralık 1996, Cezaevine girmeden hemen önceye rastlayan 1 Mart 1998 ve yine 16 Temmuz 2000 tarihlerinde tekrarlanan ABD gezileri bunların bazılarıdır. Tayyip Erdoğan’ı Belediye makamında 15 Ekim 1996 günü ziyaret eden Abramowitz’in “Siz İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz!…” sözleri basında yer almış ve “Tayyib’in bazı şartları kabul etmesi halinde, ABD’nin kendisini başbakanlığa hazırlayabileceği mesajı” şeklinde yorumlanmıştır. Hatta o günlerde bazı gazeteler “Abramowitz Erbakan’ın yerine Tayyib’i hazırlıyor” manşetlerini atmıştır. Abramowitz ise zaten bu gerçeği çok önceden ve Ertuğrul Özkök’ün köşesinden şöyle açıklamıştır: “Evet, kravatlı ve daha şehirli kılıklı görünen Erdoğan’ı Erbakan’a tercih ederiz” Bilindiği gibi her olayın bir görüneni var, bir de derinliği!… Temel fizik kuralıdır, “derinlik kolay oluşmaz, zaman gerektirir!” Şimdi AKP’ye derinlemesine bir bakalım. İlk göze çarpan ilişki, Korkut Özal-Tayyip Erdoğan ilişkisi. Gözü keskin insanlar, AKP üzerindeki Korkut Özal hakimiyetini açıkça görebilir. İşte ilginç ve esrarengiz danışman ve gizli kabine bakanı (!) Cüneyt Zapsu’ya bakın. Beynelminel ve önemli bir adam. Tayyip Beyin danışmanı, Korkut Özal’ın da bir numaralı adamı. Korkut Özal’la Cüneyt Zapsu’nun birlikteliklerini anlamak için, Demokrat Parti’yi hatırlamak yeterli. Zapsu, Korkut Özal’ın Demokrat Parti Başkanlığı döneminde, O’nun Genel Başkan Vekilliğini yapmıştı. Peki Mücahit Arslan ismini hiç duydunuz mu? AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan’ın oğlu. Eğer hükümetle bir işiniz varsa ve işinizin görülmesini istiyorsanız, tek adres olarak Mücahit Arslan gösteriliyor. Bu zat “olsun” dedi mi, hükümette olmayacak işiniz yokmuş! Bu kadar etkili olan Mücahit Arslan Tayyip Bey’in “kare aslarından” biri. Yine ilginçtir, Tayyip Bey’le Mücahit Arslan’ı tanıştıran isim de Korkut Özal’mış. Dikkat ederseniz bu kişiler Hükümet üzerinde en etkili isimler olmasına rağmen, hiçbiri ön planda değil. Daha etkili olmak için, etiketsiz olmak, yani perde arkasında durmak gereğinin farkındalar. Bu yüzden Milletvekili bile olmadılar. Çünkü: “göz önünde olmak, gözlerin üzerinizde olması demektir”. Bu da, derinlik teorisine ters düşmektedir!?.. Şimdi derinliğin ilk oluşum dönemine gidelim. Yani MSP’li yıllara dönelim. Bilenler bilir, Milli Görüş içinde ilk ayrılış MSP döneminde yaşanmıştı. Ayrılık hareketinin başını çekense, tabii ki Korkut Özal’dı. 1977 MSP Kongresinde Hoca’ya karşı aday olmuştu… Şimdi, 10 puanlık uzman sorusu; peki Korkut Özal’ın o sırada en yakın destekçisi kimlerdi? Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç… Nerden baksanız, Tayyip Erdoğan-Korkut Özal-Bülent Arınç işbirliğinde, çeyrek asrı aşan bir derinlik var. Yani siyasette hiçbir şey tesadüf değildir. Ve Korkut Özal, bu derinliğin ilk perdesidir. Daha derin kökleri ise, K.Özal’ın, yıllar önce katıldığı bir Star TV Kırmızı Koltuk programında sarf ettiği; “Türkiye İsrail’in liderliğinde oluşacak bir Orta Doğu ortak pazarına girmelidir!” sözlerinde gizlidir. Tayyip Erdoğan’ın Abramowitz’in ziyaretinden sonra Erbakan Hoca’dan uzak durmaya başladığı ve Hoca’nın İstanbul’daki açılış törenlerine bile katılmadığı da dikkat çekici bir ayrıntıdır. Erbakan Hoca, elbette bütün bunların farkındadır. Ama O, hem İstanbul’da büyük başarılar kazanılması yolunda bu rüzgardan yararlanmayı, hem de T.Erdoğan’ın bu tuzaktan kurtulacağını ummaktadır. Ve tabi içimizden bazıları şimdilerde her ne kadar “biz bu hıyanetleri yeni anlamaya başladık” deseler de, aslında Erbakan Hoca’ya bir rakip hazırlanmasından ve Milli Görüşün altının oyulmasından gizli bir memnuniyet duymaktadır. O sırada Abramowitz-Erdoğan görüşmelerini ayarlayan kişilerden birisi ise gazeteci Ruşen Çakır’dır. Ruşen Çakır 1992’de Türkiye’ye gelen CIA Ortadoğu şefi ve Yahudi asıllı Graham Fullerle görüşüp, ılımlı Amerikancı İslamcılar hakkında bilgiler verip onların ele başlarıyla buluşmalarını da sağlamıştı. Bunun arkasından Çakır, Graham Fullerin de yetkili olduğu Rand Corporotion’dan burs alarak Amerika’ya yollanmıştır. Daha sonra Milliyet Gazetesine “özel Muhabir” atanan Ruşen Çakır İsrail’e gidip birkaç ay kalmıştır. Ruşen Çakır şimdi de, Dönme İsmail Cem’in YTP’sine katılmıştır. 312-2’den aldığı cezanın onanmasından bir gün sonra 28 Eylül 1998’de, ABD’nin İstanbul başkonsolosu bayan Caroline Hagins, Tayyip Erdoğan’ı Belediye makamında ziyaret edip, Washington’un talimatıyla, “bu tür gelişmeler, Türkiye demokrasisine olan güveni azaltır” açıklamasını yapmıştı. Oysa aynı ABD yetkililerinin Erbakan’a karşı girişilen, haksız yere partilerini kapatma, hükümetini yıkma ve cezaevlerine tıkma olayları karşısında sessiz ve tepkisiz kalmaları dikkatlerden kaçmamıştı. Tayyip Erdoğan’ın AKP’yi kurmadan önce 18 Temmuz 2001’de İsrail büyükelçisi David Sultan’la bir görüşme yaptığı ve Ona “Yeni oluşacak partinin İsrail ve ABD politikalarına asla ters düşmeyeceği” yolunda garanti verdiği konuşulup yazıldı. Bu David Sultan, uzun yıllar İsrail ordusunda görev yaptıktan sonra dışişleri kadrosuna alınan azılı bir İslam düşmanıydı… Hatırlanacağı gibi, daha önceleri Erbakan Hoca’ya “İsrail ve Amerikan karşıtı politikaları terk edelim” teklifini getiren kişi olan Korkut Özal da Tayyip Erdoğan’ın fikir babalarındandı. Tayyip Erdoğan ve ekibinin, AKP’yi kurma aşamasında ABD Büyükelçiliğinde görevli üst düzey mason, müsteşar Lawrence ile sık sık görüştükleri ve yine Abdullah Gül’ün İngiltere Büyükelçisi Sir David Logan’ı makamında ziyaret edip parti çalışmaları hakkında bilgilendirdiği basına sızdı. Ve zaten Londra Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Türkiye Uzmanı Dr. Andrew Mango, Abdullah Gül’ün sık sık ABD ve İngiltere’ye giderek görüşmeler yaptığını açıklamıştı. Dış güçlerin, T.Erdoğan’ın seçimlere sokulmayarak mağdur edilmesini ve bu durumun merhamet istismarıyla AKP’ye birkaç puan daha getirmesini ve böylece kendilerine daha yakın gördükleri ve güvendikleri Abdullah Gül’ün genel başkanlığa seçilmesini kurguladıkları da sezilmeye başlanmıştı. Ve zaten SP’li Mehmet Bekaroğlu’nun T.Erdoğan’a da yarayacak olan kanun değişiklikleri teklifine AKP yönetiminin özellikle ilgisiz kalmaları da bu görüşümüzü haklı çıkarmaktaydı… Ve AKP’ye hangi zihniyetin hakim olduğunu ortaya koymaktaydı… Başsavcı Sabih Kanadoğlu’nun itirafıyla, affa uğrayan katillerin, çetecilerin ve ırza tecavüzcülerin bile milletvekili olabildiği, ama 312. mağdurlarının engellendiği bir uygulamaya AKP’lilerin razı olmaları, insanların kafalarını karıştırmaktaydı. Ülkemize hıyanet ve hakaretleriyle meşhur AB’nin eski Türkiye temsilcisi bayan Karen Fogg da “Erdoğan’ın Hıristiyan Demokratlara benzediğini, sol ve sağın boşalttığı alana yöneleceğini, siyasal ve ekonomik bakımdan batılı değerlere yanaşacağını ama bunlara ahlaki ve kültürel bakımdan yerli öğeler katacağını ve başarılı olacağını” ortaya atmıştı. Böylece, AKP’nin IMF zehirine, yerli çikolata sürerek millete yutturacağı anlaşılmıştı. Daha da düşündürücü olanı, Tayyip Erdoğan’ın Yenilikçi Hareketine meşhur Siyonist ve CIA ajanı Graham Fuller’in tam destek vermesiydi… Fuller, Türkiye’de artık Kemalizm’in modasının geçtiğini ve “ılımlı İslam”a öncülük etmesi gerektiğini ileri sürmekteydi. Bir röportajında “Fazilet Partisindeki gençlerin baskın çıkacağı ve Yenilikçi Hareketin ılımlı İslama liderlik yapacağı” kehanetini dile getirmekteydi!?.. Batılı güçlerin ve masonik merkezlerin sık sık seslendirdiği “ılımlı İslam”, Siyonizmin sömürü saltanatına taşeronluk yapacak… Kuran’ın adalet ve asaleti öngören kurum ve kavramlarını teferruat sayıp yozlaştıracak… Müslümanları köle ruhlu, uysal ve uygar(!) vatandaşlar haline sokacak bir anlayışı ifade etmektedir. Türkiye için tasarlanan “ılımlı İslamın” siyasi aktörlüğüne: “Biz din eksenli parti değiliz…” “Dinsel milliyetçiliği reddederiz…” “Adil Düzen, faizsiz sistem, İslam Birliği gibi içi doldurulmamış kavramları terk etmişiz, değişmişiz…” “Milli Görüş markasıyla alakamızı kesmişiz…” itirafında bulunan Tayyip Erdoğan… Dini önderliğine ise Fethullah Gülen seçilmiştir. Bunlara sorarsanız, hakkında açılan mahkemelerden kaçarak Amerika’ya sığınan Fethullah Gülen’in bu davranışı “Hicret”, Mason zenginlerin yüz binlerce dolar karşılıksız burs vererek Tayyib’in kızlarını, oğlunu ve gelinini Amerika ve İngiltere’de okutması, başörtüsü yasağından kaynaklanan bir “mağduriyet”tir. Açıkça görüldüğü gibi dini kavramları ve manevi duyguları istismar etmek, bunların mesleğidir. Evet, Peygamber Efendimiz, Mekke’den Hicret etti ama, önce Medine’de müsait bir ortam meydana getirdi. Halbuki şu andaki Amerika hala zulmün ve Siyonizmin kalesidir. İkincisi, Peygamberimiz önce sahabesinin en fakir ve çaresiz olanlarını… Bir müddet geçince orta halli bulunanları ve nihayet kısmen iyi durumda sayılanları Medine’ye göndermiş… Böylece hepsini emniyete aldıktan sonra en tehlikeli döneme Hz.Ali ve Ebubekirle birlikte kendi hicretini ertelemişti… Halbuki hoşgörü edebiyatıyla, dünyadaki bütün dinlerin karışımıyla ortaya çıkarılan Siyonist Moon tarikatının temsilcisi gibi davranan kişi, en küçük bir baskı karşısında Amerika’ya önce kendisi kaçıyor, ardından ekibinden bir iki zengin ve saygın kimseyi çağırıyor… Binlerce talebesini ise kendi haline terk ediyor… Bunun adı da “hicret” oluyor!.. Ve yine on binlerce kız evladımızın, okullarının önünde en temel haklarından mahrum edildiği bir ortamda, Tayyip Erdoğan’ın kızlarının bu mağdur ve mazlum yavrularımızın yanında ve arkasında mücadele etmesi gerekirken, tutup, hem de kaynağı karanlık ve kıskandırıcı imkanlarla Avrupa ve Amerika’ya kaçırması “mecburiyet” sayılıyor!.. Üstelik artık başörtüsü AKP için öncelikli sorun olmaktan da çıkmış bulunuyor. Hem, Türkiye’de Müslümanların eğitim özgürlüğünün kısıtlandığından ve bu yüzden çocuklarını yurt dışına kaçırmak zorunda kaldığından bahsediyor, hem de başörtüsünün öncelikli sorunları olmadığını beyan ediyor!… Her konuda olduğu gibi bunda da çelişkiye düşüyor. Ve zaten Fethullah Gülen tarafından, başörtüsü sadece teferruat kabul ediliyor!.. Mayıs-2000 de gerçekleşen ABD ziyaretinde Tayyip Erdoğan, orada yaşayan Fethullah Gülen’le görüşmüş ve kuracakları partinin genel politika ve projelerini konuşmuşlardı. Bu arada Erdoğan-Gülen arasındaki köprü görevini eski radikal İslamcı yazar bilinen ve “Mekke Resullerin Yolu” gibi kitaplarını şimdi inkar eden Ali Ünal yürütüyor, İstanbul Washington arasında mekik dokuyor. Fethullah Gülen-Tayyip Erdoğan partisinin teorik temellerinin hazırlanmasına Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru katkıda bulunuyor… Ve yine Fethullah Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı ve İshak Alaton, Üzeyr Garih gibi Musevi iş adamlarına ödül dağıttığı Gazeteciler Ve Yazarlar Vakfının düzenlediği meşhur Abant Toplantılarında bu yeni oluşumun siyasi zihniyet ve şahsiyetleri eğitilip yetiştiriliyordu. Bugün AKP’de siyaset yapan Bülent Arınç, Ali Coşkun, Cemil Çiçek ve Prof. Burhan Kuzu gibi isimler Abant Toplantılarını kaçırmıyordu… Bülent Arınç, Saadet Partisi Genel Başkanlığı kendisine verilecek hevesiyle günlerce bekleyen, olmayınca AKP’ye geçen ilkeli bir isim!… Eğer Genel Başkanlık verilseydi şu anda Milli Görüşü savunurdu… Ve geçenlerde, sayesinde Amerika’nın Türkiye’yi telefonla yönetmeye başladığı, döneminde hırsızlık ve soysuzluğun meşrulaştığı ve ABD hatırına bulaştığımız Körfez Savaşıyla ülkemizin 50 Milyar dolar zarara uğratıldığı Turgut Özal için “Eğer yaşasaydı gidip şortunu öperdim… Çünkü Özal şortla asker teftiş ediyordu” diyecek kadar da, ordumuza karşı içlerinde bir hınç besledikleri ortaya çıkıyordu… Halbuki zaman zaman bazı yamuk ve yanlış kafalar çıksa da, ordumuz vatanımızın ve bağımsızlığımızın sigortasıdır ve komuta kademesinde, Milli Şuur giderek ağırlık kazanmaktadır. Ve zaten Tayyip Erdoğan’ın 90 yıllarında Trabzon’daki bir miting konuşmasında ordumuzu hedef alan sorumsuz ve seviyesiz sözleri de, aslında davamızı ve Erbakan Hocamızı sıkıntıya sokmaya yönelik kasıtlı bir ucuz kahramanlıktı… Çünkü ilk yıllarında belki yeterli eğitimi almamış askerlerimizle PKK mücadelesi başlatılmış olabilir-bu da tabiidir. Çünkü hiçbir devlet teröristlere, siz katliama devam edin, benim eğitilmiş askerim yok diyemez- Ama 1983’lerden sonra terörle mücadele için özel eğitimli birlikler oluşturulmaya başlanmıştı. 1990’larda ise tamamen hazırlıklı ve her bakımdan donanımlı olan güvenlik güçlerimiz, bütün Siyonist ve emperyalist dünyanın desteklediği PKK terörüne karşı üstün başarılar kazanmaktaydı. Mayası ve marifeti belli olan Çevik Bir ekibiyle sıkı fıkı ilişkiler kuran bu AKP’lilerin Milli ordumuza karşı olumsuz tavırları acaba nereden kaynaklanmaktaydı? Herhalde bazıları, Erbakan karşıtlığı yanında ordu düşmanlığının da, Siyonist odaklarda pirim yaptığının ve puan kazandırdığının farkındaydı… Milli Görüş bünyesine uyum sağlayamadıkları için bu davadan kopan radikal ve marjinal unsurların, bütünüyle AKP’de buluşmaları… Ve daha önce bunları bahane ederek Milli Görüş’e saldıran masonik merkezlerin şimdi aynı kesimlere sahip çıkmaları da, beyinleri zorlamakta ve kuşkuları arttırmaktadır. Fethullah Gülen-Tayyip Erdoğan ortaklığındaki önemli bir aracı da “Müthiş Türk” diye isim yapan Ali Rıza Bozkurt’tur. Sivas’ın Kangal İlçesine bağlı, alevi Mamaş Köyünden, çiftçilik yapan Ali Rıza Bozkurt, şimdi Dünya Mason locasının en gözde simalarından… ABD’li Siyonist şirketlerin Orta Asya ve Orta Doğudaki en önemli simsarlarından… Körfez Savaşında bir ara Irak askerlerine esir düşen Ali Rıza Bozkurt, 24 saat içinde serbest bırakılmıştı. Bir ara Amerika’dan dönen Mason Ali Rıza Bozkurt ayağının tozuyla AKP’ye katılmıştı. Orta Asya petrollerinin Akdenize taşınması konusunda BOTAŞ’ın karşısında ABD şirketlerini savunan Meşhur Türk(!) Tayyip tarafından ayakta karşılanmıştı… Gülen-Erdoğan arasındaki önemli ayaklardan birisi de Azizler Holding A.Ş.’nin başkanı ve BİM Marketler zincirinin ortağı mason Cüneyt Zapsu’dur. Aynı zamanda TÜSİAD üyesi olan ve F.Gülen’e yakınlığıyla tanınan Zapsu, Tayyip Erdoğan’ı TÜSİAD’çılara pazarlayan kişidir. Bülent Eczacıbaşı, Tuncay Özilhan, Can Peker, Kaya Turgut gibi Mason TÜSİAD’çılarla Tayyib’in buluşmasını sağlayan, Fethullah Gülen’in gözdeleri Cüneyt Zapsu ile Münci İnci’dir. AKP’nin AB ile ilgili yaklaşımları da tutarlı ve yararlı değildir. Çünkü “Sevr”i uygulamaya koymak, yani Türkiye’mizi parçalamak isteyenler, şimdi bu emellerini Avrupa Birliği dayatmalarıyla gerçekleştirmek istiyorlar. PKK’ya siyasallaşma ve Kürtçe eğitime kapı açma girişimleri, Kürt kardeşlerimizin hak ve hürriyetlerini sağlamaktan ziyade, Sevr’in “Elbistan’dan Musul’a kadar olan bölgede Kürdistan kurulmasını öngören” maddesine hazırlık niyeti taşımaktadır. Ve yine AB uyum yasalarıyla “azınlık vakıflarına tanınan haklar ve imkanlar”, Bizansı, Ermenistan’ı, Pontus Rum planını diriltmeye yarayacak sinsi fırsatlar tanımaktadır. Şu anda ülkemizde sadece 100 bin kadar azınlık bulunmasına karşılık tam 160 tane vakfın ortaya çıkması ve hak aramaya başlaması… Yahudilerin Almanya’dan aldığı gibi, Ermeniler’in de Türkiye’den sözde soykırıma karşı tazminat talebinde bulunması, öyle zannedildiği gibi insan hakları ve demokratikleşme ile pek ilgisi olmadığının kanıtıdır. Böylece misyonerlik faaliyetleri (Hıristiyanlaştırma hıyanetleri) de resmiyet ve cesaret kazanacaktır. Ve yine AB’ye alınmak için ille de çözüm diye, Kıbrıs’ın bütünüyle Rumlara devredilmesi şart koşulmaktadır. Ve hele İngiliz Başbakanı Blair dışında, başta Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve İslam ülkeleri olmak üzere bütün dünyanın, Bush’un kovboy mantığıyla Irak müdahalesine karşı çıkmasına rağmen, AKP’lilerin masum ve müslüman Irak halkını değil zalim ABD’nin bu saldırganlığını destekler mahiyetteki tavırları, bunların hangi güçlerin güdümüne girdiğini açığa vurmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın uluslar arası Yahudi Lobileriyle ilişkili bazı generallerle bağlantılarını kuran kişi ise, Çevik Bir’dir. Çevik Bir Siyonist kuruluş JİNSA’dan ödül alan birisidir. JİNSA (Yahudi Milli Güvenlik Enstitüsü) JEWİS COMMİTE (Amerikan Yahudi Komitesi) USIP (Birleşik Devletler Barış Ve Strateji Enstitüsü) gibi Siyonistlerin kontrolündeki örgütlerin Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve Çevik Bir’le ortak ilişkileri dikkat çekmektedir. USIP, CIA ve Pentagonla bağlantılı, başka ülkelerde ve özellikle Türkiye’de iktidara gelecek kişilerin İsrail ve ABD’ye sadık kalıp kalmayacaklarını araştıran ve garantiye alan bir üst kuruluş olarak bilinmektedir. 1998 yılında bu USIP’ın düzenlediği Lonra’daki bir özel toplantıya Abdullah Gül ile, MÜSİAD’ın eski başkanı Erol Yarar katıldı…Ve ne tesadüf aynı tarihler Tayyip Erdoğan da Londra’daydı. ABD’nin Yahudi kökenli iki Türkiye stratejisti Marc Grosman ile Morton Abramowitz ise bu toplantının mimarlarıydı… Çevik Bir, talihsiz 28 Şubat hareketinde ABD’nin truva atı görevini üstlenmişti. Şükür ki bu ekip kısa bir zaman sonra tasfiye edilmişti. Tayyip Erdoğan’la münasebetleri, belediye başkanlığı döneminde başladı. Ocak 1999 da cezaevinden çıktıktan sonra Çevik Bir’le İstanbul’da yine bir araya gelindi. Bundan bir müddet önce de Çevik Bir ekibinden emekli Koramiral Atilla Kıyat’la Hidiv Kasrında yemek yenildi. Çevik Bir’le Atilla Kıyat’ın Danışma Kurulu üyesi olduğu Cumhuriyet Gazetesinin yayın yönetmeni İlhan Selçuk, Tayyib’i “gerçekçi” ilan etti ve “değiştiğine inandığını” yazıverdi. Daha da enteresanı İlhan Selçuk “Yeni oluşumcuların miladının (AKP’nin doğum başlangıcının) 28 Şubat olduğunu” dile getirdi!.? İlhan Selçuk doğru söylemekteydi. Çünkü 28 Şubatın gizli ve kirli olan asıl hedefi, Siyonist sömürü sermayesinin korkulu rüyası Erbakan’ı etkisiz hale getirmek, Milli Görüşü bölmek ve Tayyip Erdoğan’ı sivrilterek yeni oluşumu “kurtuluş ümidi ve can simidi” diye millete takdim etmekti… Yoksa, görünürde farklı kutupların adamları olan Tayyip Erdoğan’la, Çevik Bir’in irtibat ve ittifakı nasıl izah edilebilir? Çevik Bir ekibinden olan ve 2 Temmuz Pazartesi NTV de İshak Alaton’la yaptığı bir programda “Eylül ayında halkı sokağa dökülmeye” çağıran yani ordumuza ve Milli oluşumlara karşı halkımızı isyana kışkırtan bu Atilla Kıyat… Ve yine Çevik Bir ekibinden olup, ordudan ayrıldıktan sonra Albayraklar Holding’e girip Tayyib’e danışmanlık yapan emekli Albay Adem Darama gibi kişilerle Tayyip Erdoğan’ın buluşmasını “Askerle iki temas” manşetiyle duyuran ve güya Genel Kurmayın Tayyib’i desteklediği imajını yayan Hürriyet gazetesinin bu balonu Genel Kurmayın net ve sert açıklamasıyla söndürüldü. 3 Kasım 2002 seçimleri öncesi Deutsche Bank, Chase Manhattan, Moore Kapital, American Expres gibi siyonist sermayenin güdümündeki finans kurumlarına:”AKP’nin tek başına iktidara taşınacağını, ve bunun endişe duyulacak bir sonuç doğurmayacağını” söylemek üzere bilgilendirme çıkan ve bu ziyeretlerini araştırma şirketi verso’nun başkanı Erhan göksel ve mesut Yılmaz’ın kuzeni meşhur borsacı Mehmet Kutman’la birlikte yapan kişi’de yine çevik Bir’dir. Bu Atilla Kıyat ki, Fethullahçıların Aksiyon Dergisi “Terfisine kesin gözüyle bakılırken, teamüllere aykırı olarak emekli edildi” diye sahip çıkılmıştı ve uzun uzadıya övülmüştü… Tayyip hareketinin önemli finansörlerinden Asya Finansın yönetim kurulu başkanı ve Fethullah Gülen’in yakın adamı İhsan Kalkavan da Tayyip Erdoğan, Çevik Bir, Atilla Kıyat buluşmalarına önemli katkılar ve kolaylıklar sağlamaktaydı. Bu arada “Genel kurmaya kulak yerleştirmek ve elde ettiği bilgileri ABD’ye iletmekle” suçlanan eski emniyetçi Bülent Orakoğlu, Hanefi Avcı ve Meral Akşener ekibinin de önce Tayyip Erdoğan’la birlikte hareket ettiklerini açıklayıp, sonra her ne hikmetse bundan vazgeçmeleri de oldukça ilginçti. Ve yine Amerikan güdümünden çıkan Milli ve güçlü orduya karşı, alternatif bir polis teşkilatını kurmayı ve bunu ılımlı ve Amerikancı İslamcılarla doldurmayı ve ordu-polis çatışması gibi bir kaos ve kavgayı başlatmayı amaçlayan, Emniyetteki “Süper NATO” örgütlenmesinin ele başlarından sayılan Abdulkadir Aksu ve ekibi de Tayyip Erdoğan’ın çekirdek kadrosunu teşkil etmekteydi. Turgut Özal 1983’ten itibaren, ABD’nin talimatları doğrultusunda “Polis vazife ve Selahiyetleri yasasını” değiştirdi. 1987 de polis, iç güvenlik harekatında TSK’nin önüne geçirildi. Polise olağanüstü yetkiler hatta TSK içinde bile istihbarat toplama imkanları verildi. Bu “Özel Harekat Timleri” ABD’li subaylar ve MOSSAD tarafından eğitildi. Emniyetteki ele başları ise, Korkut Özal’ın hazırlayıp, ANAP’a devrettiği bir ekipti. 21 Şubat 1998 tarihli “2000’e Doğru” Dergisinde “Gizli Kırıkkale Toplantısı” başlığıyla TÜPRAŞ Tesislerinde, dönemin Gaziantep Valisi Abdulkadir Aksu, İzmir Valisi Vecdi Gönül, Ankara Valisi Cahit Bayar, Emniyet Genel Müdürü Saffet Arıkan Bedük, içişleri Müsteşarı Galip Demirel gibi isimlerin 21 Ocak 1987 de toplanarak, TSK ya karşı emniyette oluşturulan bu tehlikeli yapılanmayı planladıkları bildirildi. Polisimizin her bakımdan güçlendirilmesi elbette milletimizin takdir edeceği ve sevineceği bir şeydir. Ama hıyanet kokan ve kuşku uyandıran gelişmeler, polisimizi ordumuza karşı kullanma girişimleriydi… Yine sevinerek söyleyelim ki, bu yöndeki girişim ve oluşumlar, sonunda fark edilip etkisiz hale getirildi. Son yıllarında genel merkezi kısmen bazı masonların kontrolüne giren MTTB’nin bir nevi devamı mahiyetinde görünen ve 29 Mayıs 1985 de MTTB eski başkanlarından İsmail Kahraman, Ali Coşkun, Cemil Çiçek, Abdulkadir Aksu, Zeki Ergezen, Hasan Kalyoncu ve Tayyip Erdoğan tarafından kurulan BİRLİK VAKFI’da Yenilikçilerin karargahı gibi faaliyet gösterdi. Açılışına, Star Tv’nin bir “Kırmızı Koltuk” programında “Türkiye İsrail’in önderliğinde oluşacak bir Orta Doğu ortak pazarına girmelidir!?.” diyen Korkut Özal ve Necati Çetinkaya da iştirak etti. 1 Temmuz 1995’teki 10.Genel Kuruluna ise Mesut Yılmaz, Hasan Celal Güzel, Muhsin Yazıcıoğlu, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan ve Abdulkadir Aksu’nun yanında Fethullah Gülen ve yakın adamı Manisa milletvekili Rıza Akçalı’nın da katılımı dikkatleri çekti. O dönemde Prof. Esat Coşan’ın da desteklediği bilinen bu hareket, Milli Görüş bünyesinde anti Erbakan bir oluşuma hız verdi ve partide yenilikçi-gelenekçi tartışmasını tetikledi. Tayyip Erdoğan’ın, ABD ile ilişkili İslam ülkelerindeki bazı masonik mahfillerle münasebetlerini ayarlama konusunda Riyad Büyükelçisi Yaşar Yakış ta önemli görevler üstlendi. Ve yine eğitimini Amerika’da yapan, ABD’deki birçok lobiyle ve özellikle Amoco petrol şirketiyle irtibatları saptanan ve MİT eski Kontr-terör daire başkanı olup sonra Amerika’ya kaçan Mehmet Eymür’le de ilişkileri bulunan ve Kanal 7’nin Ankara temsilciliğinde görev alan bir kişinin de Tayyip Erdoğan’ın Amerikan Büyükelçiliğindeki görüşmelerinde rol aldığı iddia edildi. Şimdi bütün bunların ışığında, izanla ve insafla düşünelim; Siyonist lobilerden TÜSİAD üyelerine… Din istismarcılarından Atatürkçü geçinenlere… Mason Localarından, medya temsilcilerine bütün karanlık ve kiralık merkezlerin el birliği içinde Tayyib’i desteklemeleri ve sürekli şişirmeleri… Müslüman kesimi ürkütmemek için bir yandan vuruyor görüntüsüyle tozunu silkelemeleri… Ama diğer taraftan da suni ve sahte anketlerle AKP’yi yüzde 30’larda göstermeleri… Evet bütün bunlar sadece tesadüflerin ve ülkemiz hakkında iyi temennilerin bir sonucu olabilir mi? Ve hatta AKP’nin kendisini batıya beğendirmek için geçmişini bu denli inkar etmesinin ve kimliksizleştirmesinin toplum tabanında nefret uyandıracağını ve AKP’nin hazır dünya düzenine fark eden Cengiz Çandar’ın İsrail’den yazdığı yazı ibret ve dikkatle okumaya değerdir. “Hele hele AKP’li Murat Mercan’ın Ariel Sharon’a yakın The Jerusalem Post gazetesine verdiği ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin asla zarar görmeyeceğini dile getirdiği demeci, bende “ama yeter artık!” gibisinden bir duyguya yer açtı. “Bu yatıştırma girişimlerinin AK Partiyi “Kimliksizleştirme” sonucunu vermeye dönüşmesi tehlikesini de fark etmek gerekir.” “Ak partinin “İslami Kimlik” imajını top yekun ortadan kaldırmasının hiçbir gereği yoktur.” “Böyle bir gelişme AK Partiyi anlamsızlaştıracağı gibi, Türkiye’yi uluslar arası sisteme yapabileceği en önemli katkıdan da mahrum bırakır.” Yarım asır boyunca ülkemizi yapay sağ-sol çekişmeleri ve Ecevit-Demirel ikilisiyle oyalayan güçler, şimdi aynı oyunu Tayyip’li AKP ve Dervişli CHP tahterevallisiyle sürdürmek peşindedir. Evet AKP, köksüz, renksiz, fikirsiz ve hedefsiz bir derlemedir. Bu gerçeği anlamak için dahi olmak gerekmiyor, biraz samimiyet ve feraset yeterlidir. Ve zaten, medya patronları ve Amerikancı parti başkanlarının katılımıyla gerçekleşen Frankfurt mutabakatı da bunun açık bir göstergesidir. Ve yine Erbakan Hoca’nın defalarca uğradığı haksız mahkumiyet ve mağduriyet kararlarına ilgisiz kalan, hatta alkış tutan kesimlerin, şimdi Tayyip Erdoğan’a doğrudan veya dolaylı destek çıkmaları da düşündürücü değil midir? AKP’nin kaynak için düşündüğü 12 projeye dikkat edin:
Bu arada asla unutulmasın ki, mazlumların bedduasını alıp zalimlere yanaşanlar, en büyük hıyanet ve hakareti yine onlardan görecektir. Bu ilahi adaletin bir tecellisidir. Ve herkes cezasını işlediği suçun cinsinden çekecektir. Uğruna Hak’tan ve hayırdan ayrıldığı şeylerden de mahrum edilecektir. Derin devletin ve gizli güçlerin ortaya çıkardığı ve paravan olarak kullandığı Genç parti’nin MHP,DYP, ve ANAP gibi partilerden kopardığı birkaç puanla onların barajın altında bırakılması sayesinde tek başına iktidara taşınan ve hatta anayasayı değiştirebilecek şekilde önü açılan AKP’nin hiçbir mazerete sığınamayacağı bu şartlarda neleri yapıp yapamayacağına çok kısa bir sürede anlaşılacak ve bir tasfiye sonucu Milli güçler yönetime el koyacaktır. Artık bu oyunları bozmak ve şeytan şebekelerinin tuzağından kurtulmak zamanı gelmiştir. İşte bunun için Erbakan ve Milli Görüş her zamankinden daha çok anlamlı ve önemlidir. Ve göreceksiniz, AKP’de her şey tersine dönecek ve Milli Görüş, saflaşmış olarak saadet sabahına erişecektir. Ve tüm Mili güçlerin toparlanma zamanı gelmiştir. Evet; AKP hükümetinin karnesini doldurmak için yeterli zaman verilmiş, işte bir yıla yakın süre geçmiştir. Bugüne kadar AKP iktidarının başarılı ve yararlı sayılacak ve hayra yorumlanacak hiçbir icraatı görülmemiştir.Yapılan bütün anket ve kamuoyu araştırmaları da bu yöndedir.Ekonomi bütünüyle IMF’ye,dış politikamız siyonist CFR’ye teslim edilmiştir.Geleceğimizi karartma pahasına,”günü kurtarma” politikaları ve “suni bahar” havaları ile,halkımız boşuna ümitlendirilmiştir. Mirasyedi kafasıyla bütün KİT’leri,devlet arazilerini, SİT alanlarını,hatta okul binalarını satılığa çıkaran…Misyonerlik faaliyetleri,yani fakir ve fikirsiz bırakılan halkımızı Hıristiyanlaştırma hıyanetleri için; “Apartman Kiliseleri” oluşturmak üzere özel kanunlar hazırlayan,ama 365 milletvekiline rağmen İmam Hatip mezunlarına ve Başörtüsü mağdurlarına sahip çıkamayan…İşçiyi,emekliyi,memuru,köylüyü,esnafı,sanatkarı unutan, tarımı, sanayileşme ve kalkınmayı perişan bırakan…AB’ye alınmak hayaliyle Kıbrıs’ı ve Ege’deki hayati çıkarlarımızı feda etmeye hazırlanan…Batılı dostlarımızın dayatmasıyla Milli savunma harcamalarımızı kısıtlayarak ve yerli politika ve projeler üretiminde,Milli duruş sergileyen askerleri etkisiz bırakarak,ordumuzu zayıflatmayı, amaçlayan…Amerikanın isteği doğrultusunda 2.tezkereyi Meclisten çıkaramamış olmanın ayıbını ve kaybını(!)telafi etmek üzere,bu sefer “gizli kararnamelerle” bütün üs ve limanlarımızın ,İran,Suriye,Arabistan ve Pakistan saldırılarında kullanılmak üzere ABD ve yandaşlarının emrine verilmesini sağlayan ve hatta AKP İstanbul Milletvekili ve Milli Savunma Komisyonu üyesi Emin Şirin’i bile çileden çıkaran ve tayip taraftarı eşi Nazlı Ilıcakla boşanmaya kadar varan, ve sonunda partiden ayrılmasına sebep olan…Ve hatta, Irak işgaline ve Amerikan vahşetine direnen Müslümanları sindirmek ve Irak’ı rahat sömürmek için,oraya Türk askeri göndermeyi bile tasarlayan…ABD askerlerinin Süleymaniye’deki 11 gözlemci subay ve astsubayımızın ve karargah çalışanlarının küstahça bir girişimle ve Türk ordusunu küçük düşürmek niyetiyle göz altına alınması ve yine Türkmen parti merkezi ve TV vericisinin basılıp görevlilerin tutuklanması karşısında Abdullah Gül’ün ağzı ve aracılığıyla Amerika’dan bile Amerikancı davranarak ve ABD’nin avukatı gibi konuşarak “Bu baskın lokal bir davranıştır.ABD üst yönetiminin bu gelişmeden haberi olmamıştır” deyip köle ruhlu bir tavır takınan…Ve kendi ördüğü koza içerisinde boğulan ipekböceği misali,etrafımızdaki İslam ülkelerinin tek tek istila edilmesine göz yumarak,hatta taşeronluk yaparak,asıl hedef olarak Türkiye’mizin işgaline ve Arz-ı Mev’ud-Büyük İsrail hayaline zemin hazırlayan…Ve böylece,ülkemizi,şuursuz ve sorumsuzca korkunç kriz ortamlarına ve sosyal patlamalara doğru,hızla yuvarlayan bu AKP hükümetini, İsrail cumhurbaşkanı Siyonist Moshe Katsav : “Türk halkının, 3 Kasım seçimlerinde en doğru kararı verdiği her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır.Çünkü AKP, İsrail’den önce TÜRKİYE’Yİ AB’ye sokacaktır!?” sözleriyle alkışlamakta ve böylece AKP’yi hangi güçlerin iktidara taşıdığı ve kendi şeytani amaçları için kullanmaya çalıştığı da,kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.Ama unuttukları-daha doğrusu şiddetle korktukları ve unutmaya çalıştıkları- bir şey daha var!..Amerika’nın da, Siyonist saltanatının da, işbirlikçileri olan iktidarların da sonları yaklaşmıştır.Erbakan Hoca’nın ve aklı selim erbabının tarihi uyarılarına kulak tıkayan ve bu son fırsatlarını da kaçıran zavallıların, zelil ve rezil olacakları günler kapıdadır…AKP iktidarının duyarsız ve ayarsız davetiyle hem de 90 kişilik bir ekiple Türkiye’ye gelen, İsrail’in Terör başkanı Moshe Katsav’ın, Cumhurbaşkanı Sezer tarafından kabul edildiği, aynı gün ve saatte, Erbakan Hoca’nın Filistin temsilcisini Parti merkezinde misafir etmesi ise, anlayanlar için, şeytanları şaşkına çeviren onurlu bir davranış ve çok anlamlı bir karşılıktır.İşte AKP iktidarının ilk bir yıllık karnesi: Devlet her gün 248 Trilyon kazanıyor… Ama buna karşılık 386 trilyon harcıyor… Yani her gün 138 trilyon açık… Günlük 248 trilyon gelirin, 207 trilyonu, işçi, memur, esnaf ve köylüden toplanan vergilerden, 3 trilyonu da çeşitli ceza ve gelirlerden oluşuyor. Günlük 248 trilyonluk gelirin 194 trilyonu faize gidiyor. Elde kalan 54 trilyon da memur işçi maaşına ve cari harcamalara veriliyor. Yani yatırıma bir kuruş kalmıyor. AKP İstanbul milletvekili Cengiz KAPLANOĞLU, Silivri de “Allah’ın gavuru İMF bile, AKP’den çok razı, ama bu millet hala bizden şikayetçi !?” diyerek kime hizmet ettiklerini itiraf ediyor. Ve Tayyip Erdoğan YAŞ kararlarına şerh koyma şovlarıyla halkı oyalamaya çalışıyor… YAŞ toplantısında Başbakan “İrticai faaliyetleri tespit edilenlere, bu tür ihraç kararları verilmesin demiyoruz. Ama ille gerekiyorsa bu platforma gelmeden, kendi bünyelerinde halledilsin istiyoruz!? Diyerek, bu tür uygulamaların kamuoyu gündemine taşınmadan ve tartışma konusu yapılmadan, gizlice yürütülmesini öneriyor… Ama topluma ve tabanına da, “Bakınız tepkimizi koyduk…” diyerek sahte kahramanlık gösteriyor. Pentagon’un yarı resmi sözcüsü sayılan Newyork Post gazetesinde eski general Ralph Peters’in “Türkiye 2. tezkereyi çıkarmamakla ABD’ye kalleşlik yapmıştır. Artık Türkiye’yi hesaba katmadan Irak’ı 3’e bölmenin ve Kürdistan’ı kurmanın zamanıdır.” Şeklinde küstahça açıklamalar yaparken AKP yöneticileri hala Amerikan dostluğundan bahsediyor. Amerika ve Avrupa’nın dayatmasıyla ülkemizin geleceğini karartacak kanunları bir bir çıkarırken, başörtülüye imam hatipliye sahip çıkılmıyor. Annesi Sebataycı, babası sabataycı, eşinin annesi sabataycı, kendisi İsrail’de yetişmiş, iyi derece ibranice bilen Yahudi asıllı mason Türk diplomatını MİT’in başına geçirme görüşmeleri için Tayip Erdoğan kalkıp Avusturya’ya gidiyor. “Hortumcularla savaşan kahraman” edasıyla Uzan Grubuna müdahale eden AKP iktidarına sormak lazım: 1-Evet hırsızların, hortumcuların üzerine mutlaka gidilmesi gerekir. Ancak, niye sadece Uzanlar seçilmiştir? Yoksa, daha büyük vurgun ve soygunları gözlerden gizlemek için midir? 2-Uzan Grubu’nun üzerine, her haltına ve haksız kazancına rağmen, “Milli ve yerli” cephede gözükmesi, ABD, AB ve IMF karşıtı bir tavır sergilemesi yüzünden mi gidilmiştir? 3- Halkımızı Türkiye üzerindeki oyunlar konusunda uyaran yayınların susturulması da hedeflenmiş midir? Evet dürüst, değerli ve dengeli bir aydın olan Mehmet Şevket Eygi Beyefendi soruyor: Uzanlar Başbakana saldırmamış olsalardı başlarına bunlar gelecek miydi? Gelmeyecekti… Uzanlar Başbakanla, AKP ile iyi geçinselerdi, onlara şirin görünselerdi bunca dosya ortaya çıkacak, takibat yapılacak, mahvetme ve bitirme hareketlerine girişilecek miydi? Hayır… İşte Türkiye’nin hastalığı budur. Kanunlar, nizamlar var ama onlar bazen işletiliyor, bazen işletilmiyor. Şimdi soruyoruz: Niçin Aydın Doğan’a (ve perde arkası asıl patronlarına) dokunulmuyor? Ve dikkatli ve deneyimli yazar Vahap Munyar soruyor: “Onları devirmeyi ABD mi istedi.” OKUYAN, yazan, ‘‘çok bilen” iki entelektüel, Uzan olayını tartışıyor… ENTELEKTÜEL 1: AKP’nin Uzan Grubu’nun üstüne gitmesini ABD istedi. Cem Uzan’ın Genç Parti’si (GP) öne çıkmaya başlayınca ABD bundan rahatsız oldu. Adamlar Petkim ihalesini de kazanınca, ABD iyice huysuzlandı. ENTELEKTÜEL 2: Uzanlar, Çukurova Elektrik ve Kepez’de ‘‘halka açıklık” kurallarını yıllarca çiğnedi. Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) bu iki şirkete 50 dolayında dava ve soruşturma açtı. Tek başına iktidara gelen AKP, önce ÇEAŞ ve Kepez’e el attı, iki şirketi yeniden devlet yönetimine aldı. Bu, yıllar önce yapılmalıydı. Bunlar olurken, Petkim Uzanlar’a verilemezdi. ENTELEKTÜEL 1: Neden geçmiş hükümetler bu işe el atmadı? Bence çıkarları çakışıyordu. Şimdi siyasi çatışma var, ABD de bastırınca AKP düğmeye bastı. ENTELEKTÜEL 2: Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) İmar Bankası’nı kapattıktan sonra içinden bin bir türlü oyun çıkmaya başladı. Bankanın içine girilince, 8-9 katrilyon liraya varan ‘‘kayıt dışı hesap”, ‘‘açığa bono satışı” gibi oyunlar çıktı. Türkiye bunları yabana mı atacak? ENTELEKTÜEL 1: Bu durumu geçmişte Hazine, son birkaç yılda BDDK nasıl görmedi? Bence göz yumulmuş. ABD istedi, Uzan’a karşı kahraman kesildiler. Zaten ABD Motorola ve Nokia’nın başına gelenlerden sonra Uzan’ın ipinin çekilmesini istedi. Sonrasında hep ABD parmağı var. Ve usta yorumcu Necati Doğru soruyor: Bütün bunlar ABD uşaklığına, kahramanlık kılıfı geçirmek midir? Amerikan özel timine bağlı komandolar Washington’dan verilen emirle Kuzey Irak’ta görev yapan 11 Türk subayının karargahını basmışlar, tıpkı Saddam’ın askerlerine yaptıkları gibi, bizimkilerin de başlarına çuval geçirmişler, ellerini arkadan plastik kelepçelerle kelepçelemişler, dipçiklerle kollarına, kanatlarına vurarak kamyonetlere yükleyip götürmüşlerdi. Özür de dilememişlerdi. Sadece; “Bizi sizin askerinizin başına çuval geçirmek zorunda bıraktığınız için teessürlerimizi bildiririz” türünden aşağılayıcı, küstah tavırlarına devam da etmişlerdi. Şunu anlatmak istediler. Türk Ordusu bir hiçtir. Gücü yoktur. ABD arkasında olmazsa Türk ordusu hiçbir şey yapamaz. Karargahına gideriz, “parola söylemeden” içeri gireriz, çuvalı geçiririz, ateş bile edemezler. Lütfen hatırlayın. 11 çuvalın anlamı neydi? Bu değil miydi? Şimdi aynı ABD, Irak’ta girdiği “belalı-kanlı-yalanlı bunalımdan” çıkabilmek için Türkiye’den ordusunu istiyor. Gücü yoktur. Hiçtir. ABD olmazsa savaşamaz. Durumuna düşürmeye çalıştığı Türk Silahlı Kuvvetleri’nden 10 bin Mehmetçik Irak’a gidecek, her gün 2-3 Amerikan askerinin öldüğü bölgeyi “Iraklı direnişçilerden temizlemek” için çarpışacak. Her gün Amerikan askerleri yerine 2-3 Mehmetçiğin cesedi ülkeye gelmeye başlayacak. Ve böylece… Dünyaya yalan söylemiş Amerika… Irak’ı işgal etmiş Amerika… Irak üzerindeki yetkilerini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne devretmek istemeyen Amerika… Savaşta tahrip gücü çok yüksek, fakat girdiği ülkede kalabilme gücü çok düşük olduğu ortaya çıkan Amerika… Haftada üç gün askerlik yapmak, dört gün de bira içip kafa bulmak, yüksek maaşlar almak için orduya yazılmış paralı askerleriyle Irak’ta direnenleri durduramayacağını anlayan Amerika, Türk ordusuna “Irak’ta yarattığı kaosu temizletmede” hizmet erliği yaptıracak. Başına çuval geçirdi. Hizmet eri de yapacak. Ve bütün dünyaya “Ben hem çuval geçirir, hem de çuval geçirdiğime uşaklık yaptırırım” diye ilan edecek. Birleşmiş Milletler şemsiyesi ve bütün dünya ülkelerinin ortak katılımı olmadan Irak’a Türk askeri göndermek, “Amerikan uşaklığı” değilse nedir? Geçmişte, “dünyanın egemeni benim” diyen bütün imparatorlukların sonu hep aynı oldu. Roma’yı tarih doğurdu, tarih gömdü. Bizans’ı tarih doğurdu, tarih gömdü. Osmanlı’yı tarih doğurdu, tarih gömdü. Üzerinde “güneşin batmadığı İngiliz İmparatorluğu”nu da tarih doğurdu, tarih gömdü. ABD imparatorluğunu da.. Tarih doğurdu. Tarih gömecek. Belki 25 yılda gömecek… Belki 50 yılda… Ama mutlaka gömecek… Saldırma ve işgal etme gücü çok yüksek, fakat işgal ettiği ülkede kalma gücü çok düşük bir sürece girmiş olması, ABD imparatorluğunun da bitişe dümen kırdığının göstergesidir. Bitecek bir imparatorluğun bataklık temizleyicisi olarak biz tarihe niçin geçelim? Dört koldan çembere aldılar. AKP; ABD’ye söz vermiş. Başbakan çok istekli. Genelkurmay “olur” diyor. İş dünyası, “Amerika’yı zaten küstürdük, şimdi asker göndererek kendimizi affettirelim” plağını çalmakta. Bazı aydınlar; “Amerika’nın istediğini yapmaz, asker göndermezsek Kürtler’in arkasına geçer, isyan çıkarır, Güneydoğu’yu elimizden alır” özgüvensizliğine batmışlar. ABD’deki Bush yönetiminin Türkiye’deki yerli uzantıları ise Amerikan direktiflerinin şakçakçılığını yapmaktalar. İsrail Dışişleri Bakanlığı eski müsteşarlarından… 1977’de Ankara’ya büyükelçilik diplomatı olarak atanan… Ve 25 yıldır ülkemiz ve milletimizle ilgili araştırmalar yapan, İsrail’in Türkiye özel uzmanı Alon Liel adlı Siyonist, son yayınladığı: “Demo-İslam: Türkiye’nin Yeni yüzü” adlı, ibranice kitabında “Tayyip Erdoğan’ı 10 yıl öncesinden keşfettiklerini” itiraf etmesi… Ve yine “İsrail’de ders verirken Tayyip Erdoğan’ın ne olduğunu soran öğrencilere “Light (layt) İslam” (yani kullanılmaya ve korkutulmaya müsait adam) cevabını verdiğini söylemesi, AKP’nin perde arkasının, en net aynasıdır. Tayyip Erdoğan’ı “Kuranın Adil düzenini ve İslam Birliğini önleyen Adam” anlamında “Şeriatı o engelledi… Erdoğan, İslam’ın özel hayattaki yeriyle Kamudaki yeri arasına bir duvar çekti. Bu ise tam aradığımız şeydi..” diye öven İsrailli diplomat, bu ifadeleriyle önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. Bu arada Turkısh Daily News’in haberine göre: “Bir iki ay içerisinde, ABD Kuzey Irakta bağımsız bir Kürdistanı ilan edecek ve bu devletin cumhurbaşkanlığına sıra ile Barzani ile Talabani getirilecek. Bunların ardından, Türkiye’de de, adım adım “federe sistemine” geçilecek ve yerel yönetimlere yetki verilmek suretiyle ve dış güçlerin de desteğiyle, yapılacak iç oylamalar sonucu, Güneydoğu da bağımsızlığa erişecek ve böylece 2. Sevr’in gerçekleşecek.” İşte bu iki fotoğrafı birleştirdiğinizde, T.Erdoğan’ın ve AKP olayının gerçek yüzü daha iyi sırıtmaktadır. 25 Eylül 2003 TRT 2 11.00 haberlerinde verildiği gibi, 27 İsrail pilotu, Hava kuvvetlerine dilekçe verip, Filistin mevzilerine yapılacak vahşi ve çağdışı saldırılara katılmayacaklarını, bu zulme alet olmaktansa istifalarını sunacaklarını” söylemelerine karşılık, AKP’nin ABD ve İsrail’in Iraktaki katliamlarına jandarmalık yapmaya can atmaları, “Layt (ılımlı) İslam’ın” anlamını ve amacını yansıtmaktadır. AB’ye kabul edilme hevesiyle, Millete danışılmadan, mecliste bile tartışılmadan, CHP ile birlikte kabul edilen, 7. uyum paketiyle MGK sekreterliğinin işlevsiz hale getirilmesi gibi, Orduyu etkisizleştirme girişimlerini… Ve yine Orduya lojistik destek sağlayan ve Ulusal Kriptoloji Enstitüsü gibi, gizli ve milli strateji ve projeler üreten birimleri bünyesinde barındıran TÜBİTAK’ı siyasallaştırma ve dolaylı olarak orduyu sıkıntıya sokma denemelerini hayra yormak imkansızdır! Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in dediği gibi: Adnan Menderes’de bazı merkezlerin yönlendirmesiyle bu tür girişimler başlatmış, ama bütün bunlar hüsranla sonuçlanmıştır. Bu hükümetin geleceğimizi ve milli güvenliğimizi ipotek altına sokan Kıbrıs ve Irak politikaları da umarız hedefine ulaşmadan gafil başlarına bela olacaktır. …
http://www.millicozum.com/index.php?option=com_content&task=view&id=595&Itemid=58 |
İsrail seninle gurur duyuyor!
Simon Peres niçin Tayyip Erdoğan’a hayran Tüm dünya kamuoyu İsrail’in Lübnan’ı işgalini ve katliamlarını nefretle kınayarak izliyor. Mazlumların emperyalizm ve Siyonizme kini ve savaşma azmi artıyor. Türkiye’de bu hisler çok daha güçlü ortaya çıkıyor. Sağlı sollu tüm partiler “taban” dedikleri Türk Milleti’nden kopmamak için bu konuda genellikle hümanizmin ötesine geçmeyen kınama açıklamaları yapıyor. ABD’nin asla izni dışına çıkamamış siyaset kurumunun halkı kandırmak için ortaya serdiği klasik bir oyundur bu. Türk Milleti İsrail’e düşmandır. Ama bunlar düşman olamaz. O yüzden görüntüyü kurtarmak zorundadırlar. Bu kukla oyununu bırakırsak ve İsrail’in en azılı Siyonistlerinden bakan Simon Peres’in açıklamalarına kulak verirsek, sadece Türkiye için değil, “Büyük Ortadoğu” dedikleri bölge için çok açık bir gerçeği hemen görebiliriz. AKP’li milletvekili ve hükümet üyelerinin timsah gözyaşlarına kanmayın. Bakın Peres ne diyor: “Türkiye’de AKP’nin iktidar olması hem İsrail için hem de dünya için çok büyük bir fırsattır. AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a İsrail olarak hayranız. Teşekkürlerimizi iletiyoruz.” Bu kadar basit. Peres AKP hükümetinin ilk aylarında da “AKP bizim için Türk lokumu” demişti. Bu sözleri ise Lübnan’ın güneyinde Kana Kasabası’nı İsrail kasapları bombaladıktan ve 50’ye yakın çocuğu katlettikten hemen sonra söylendi. Rastlantı değil… İsrail’e en dost hükümet AKP iktidarına İsrail ne kadar hayran olsa yeridir. Çünkü AKP iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin İsrail’le en sıkı ilişkiler kuran, askeri, ekonomik ve siyasi her alanda işbirliğinin geliştirildiği ve en son İsrail’in Lübnan işgalinde olduğu İsrail politikalarına Türkiye hükümetinin en çok angaje edildiği bir dönemin sorumlusudur. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İsrail’e en çok resmi gezi AKP döneminde gerçekleşmiştir. En çok bakan, başbakan ve resmi heyet AKP iktidarı döneminde İsrail’e gitmiştir. Yine İsrailli bakan, başbakan ve cumhurbaşkanlarının Ankara’ya en çok geldikleri dönem AKP iktidarı dönemidir. AKP’nin TBMM’de büyük bir çoğunluğunu ele geçirdiği son dönemde tarihimizde ilk defa Meclis’te “Türk-İsrail Dostluk Grubu” kurulmuştur. 160’ı aşkın “İsrail Dostu”yla en kalabalık dostluk grubunu AKP’li milletvekilleri kurmuştur. Devam edelim. AKP iktidarı sayesinde İsrail sermayesi ilk defa Türkiye’de stratejik kaynaklara el koymuştur. AKP iktidarı sayesinde İsrail’in satın aldığı Türk toprakları ve gayrimenkulları kat kat artmıştır. Ve tüm bunlar ne zaman oldu? İsrail’in Filistin’e en vahşice saldırdığı dönemde bu “hayranlık duyulacak büyük dostluk” inşa edildi. Filistin direniş liderlerinin suikastla katledildiği, Arafat’ın zehirlenerek şehit edildiği, Filistin mülteci kamplarında İsrail’in büyük katliamlar gerçekleştirdiği ve İsrail’in Filistin topraklarını duvarlarla bölüp, yeni işgallere giriştiği bir dönemde, Tayyip Erdoğan Peres’te ve İsrail devletinde “hayranlık” uyandıracak bir “bölgesel liderlik” örneği ortaya koydu. Aslında sadece AKP’ye değil, Türkiye’de gerici siyasi akımın tüm geleneğine ABD ve İsrail çok şey borçludur. Bugünden geçmişe tek tek örnekleri sıralayalım.
AKP Yahudi sermayesinin bekçisi Gericiler gözlerini kısıp, tüm dünyadaki Siyonist komplodan bahsetmeyi, uluslararası Yahudi sermayesinin başımıza ördüğü çoraplardan bahsetmeyi çok severler. Meğersem bu arka sokak tüccarlarının tüm derdi Yahudi sermayesinin desteğiyle biraz da kendi ceplerini doldurmakmış. AKP iktidarı sayesinde adeta masal kahramanı gibi adından o çokça bahsedilen “uluslararası Yahudi sermayesi” Koç’u, Sabancı’yı veya herhangi bir yerli acentayı da aşarak tüm endamıyla Türkiye’nin içine girdi. AKP iktidarının ekonomideki en kahramanca (!) ve şiddetli olarak verdiği mücadele, dünyaca meşhur Yahudi tefecisi Sami Ofer’i Türkiye’ye usulsüz ihaleler, kamu teşekküllerinin kanunsuz hisse satışları kanalıyla sokmak oldu. Yasalara karşı amansız bir mücadele veren Tayyip Erdoğan ve Kemal Unakıtan, bu talancı Yahudi sermayesine karşı çıkanları, “ırkçı ve antisemitist” olmakla suçladı. Böylelikle on binlerce Müslümanı “helal sermaye, faizsiz kazanç, İslami kalkınma” palavralarıyla kandırıp dolandıranlar, Türkiye’ye Yahudi sermayesini fiilen, aracısız ilk sokan “kazanç ortakları” olma şerefine ulaştı. Sadece İsrail devleti değil, Yahudi sermayesi de sizinle gurur duyuyor. Sınırlar İsrail’e, Telekom CIA-MOSSAD’a Bu kadar yeter mi? Yetmez. Siyonistin hayranlığını kazanmak için daha çok hizmet gerekir. Devam edelim. Bugün İsrail Lübnan’da bu kadar kolay katliamlar düzenliyorsa nedeni Suriye birliklerinin ABD ve tüm Batı dünyasının baskılarıyla Lübnan’dan çıkarılmış olmasıdır. Bu dönemde Abdullah Gül, Beşar Esad’ın kulağını çekip, akıllı olması için uyarmak gibi büyük bir misyon üstlenmişti. Washington, Tel Aviv ve Şam arasındaki “mekik diplomasisi” başarılı oldu diyebiliriz. Bugün Lübnan İsrail’in saldırılarına karşı korunmasız. Suriye de saldırılacak ülkeler sırasına girdi. Ama AKP iktidarının İsrail’e hizmetleri bunlarla da sınırlı değil. Bilindiği gibi Lübnan’dan Suriye’yi çekilmek zorunda bırakan olaylar dizisi Hariri isimli Batı ve İsrail yanlısı bir sermaye babasının öldürülmesiyle başlamıştı. Lübnan’da Soğuk Savaş döneminden kalma, Batı tarafından örgütlü işbirlikçi ve Ortadoğu’nun genel nüfusuna aykırı etnik gruplar Hariri lehine, Suriye aleyhine gösterilere başlamış, Müslüman Arap nüfus ise karşı gösteriler yapmıştı. Ama Hariri ailesine en ballı başsağlığı taziyesini yine AKP sundu. İsrail-ABD-İngiliz sermayesine paravanlık eden Hariri’nin Oger firması AKP sayesinde, Türkiye’nin en büyük ve en kârlı kamu kuruluşuna, Telekom’a el koydu. Bu özelleştirmenin ekonomik yağma olarak ihanet kısmını bir tarafa bırakıyoruz. Sadece istihbarat anlamında AKP’nin, CIA ve MOSSAD’a ne büyük bir hizmet yaptığını daha geçtiğimiz haftalarda gazetelere yansıyan küçük bir haber ortaya çıkarıyor. Telekom’da çalışan 10 İngiliz, ajanlık suçlamasıyla gözaltına alındı. Artık her gün ortaya çıkan Türk Ordusu’nun komutanlarına yönelik tele-kulak skandalları, suçsuz insanlara “telefon kayıtları” vesilesiyle komplolar düzenlenmesi olayları Türkiye için olağan olaylar haline gelmiştir. Sadece İsrail değil, CIA ve MOSSAD da sizinle gurur duyuyor. Bu arada AKP’nin Türkiye-Suriye sınırlarını mayın toplama adı altında İsraillilere teslim etmek istemesini de hatırlatalım. İsrail daha ne ister? İsrail ile AKP ortak Filistinli toplama kampı kuruyor Daha fazlasını da ister? İsrail’in istekleri bitmez. Ve AKP’nin tüccar kafalı olmakla övünen Başbakanı ve bakanları da bu isteklere hemen atlar. Tayyip Erdoğan’ın son İsrail gezisinde imzalanan ve “büyük ticari proje”, “bölgesel barışın güvencesi”, “Türkiye’nin liderlik misyonu” olarak adlandırılan anlaşma bunlardan biri. İsrail Filistin’i parça parça işgal ederken, halkını da kendi topraklarında duvarlar örerek hapsediyor. Tayyip Erdoğan ise bu duvarların çevireceği bir “serbest ticaret ve sanayi bölgesi”nde İsrail-Türk sermayesinin ortaklığıyla İsrail ile Filistin arasında “ekonomik ve ticari ortaklık temelinde barış köprüsü” kurmak hayalleri kuruyor. Açıklama bu yönde. Ama gerçek ne? İsrail Filistin halkından gasp ettiği topraklarda Filistinlileri karın tokluğuna işçi (ya da köle diyelim) olarak çalıştıracağı kârlı çalışma kampları kurma derdinde. Kendi güvenliğine çok düşkün olduğu için Filistinli işçileri Tel Aviv’de Kudüs’te görmek istemiyor. Ve bu toplama kampına bulduğu en iyi ortak Tayyip Erdoğan. Kendisinin Filistinlileri de ikna edeceğini umuyorlar. Filistinlilere AKP eliyle İsrail’den gelecek barış ve özgürlük ancak böyle olur. “Serbest ticaret ve sanayi bölgesinin” duvarlarına da büyük harflerle şu sloganları yazsınlar: “Arbeit macht frei”, “Kazancımız faizsiz ve helâldir.” Arafat’ın ölümüne sevinen “Müslümanlar” Arafat’ın ölümüne dünyada en çok kimler sevindi? Hatırlayalım. Bush bunu terörizmi kapatacak yeni bir dönemin başlangıcı olarak adlandırdı. ABD’ye göre zaten dünyadaki tüm Ulusal Kurtuluş Hareketleri ve liderleri teröristtir. Zamanında Atatürk için de ABD gazeteleri ve devlet adamları “eşkıya” derdi. Arafat ölünce İsrail resmi bayram ilan etti. Sokaklarda Siyonistler dans etti. Türkiye’de ve tüm Müslüman dünyada ise halk adeta Filistin direnişinin adı haline gelmiş Arafat için yas tutarken, bir büyük dış politika atılımı için daha heyecanlanan Abdullah Gül tıpkı Bush gibi sevincini saklayamadı. “Bundan sonra barış için daha uygun bir ortamın ortaya çıktığını” duyurdu. Barış dedikleri, teslimiyet ve esaret. Arafat yaşarken gerçekten de buna asla boyun eğilmeyeceği ortadaydı. HAMAS ve El Fetih gerginliğine bu yüzden İsrail gibi en çok AKP sevindi. HAMAS lideri Türkiye’ye çağrıldığında Tayyip Erdoğan ABD ve İsrail’deki efendilerini kızdırmamak için kendisinden köşe bucak kaçtı. Dünyaya da “Biz Hamas’ı terörizmden vazgeçirmek için çağırdık” dediler. Kendi tabanlarına ise yüzsüzce İslamcı bir Filistin iktidarını destekledikleri propagandasını yaptılar. Sonunda yine İsrail’i memnun etmeyi başardılar.
K. Irak’a girmek “delilik”, Lübnan’da İsrail emrine girmek “fırsat” AKP’nin İsrail için yapabileceği daha ne kalmış olabilir diyenler biraz beklesin. AKP’nin kalan son bir hizmeti var: AKP İsrail için paralı askerlik yapmak için fırsat kolluyor. İsrail her gün tepeden Lübnan’a bomba ve füze yağdırıyor. Ancak karada Lübnan işgali tıkanmış durumda. ABD’nin Irak’ta yaşadıkları İsrail’i oldukça korkutmuş gibi. Hizbullah direnişi kolay bir İsrail zaferinin bu sefer mümkün olmadığını açıkça gösteriyor. Ateşkes olsun olmasın tartışması buradan kaynaklanıyor. İsrail’in Lübnan’ı işgal edemeyeceği ortaya çıktı. ABD önderliğinde uluslararası bir gücün Lübnan’ı işgal etmesini istiyor. ABD buna dünden razı. Ama önce Güney Lübnan’daki halkın tamamen katledilmesini veya göç ettirilmesini istiyor. Lübnan’da ortaya çıkan yeni Arap direnişinden onlar da korkuyor. Bu yüzden Bush ve Rice İsrail’e ateşkese kadar biraz daha vakit vermek gerektiğini savunuyor. Tüm Batı dünyası Arap direnişine karşı İsrail’in düzenleyeceği soykırım için verilen bu süreyi onayladı. BM zaten Irak işgalinden önce tarihin çöplüğüne atılmış bir sahtekarlık anıtı haline gelmişti. Şimdi ise İsrail katliamlarını resmi onaylayan mercii durumunda. Türk askerine ve milletine haince saldıran ABD ve İsrail uşağı PKK teröristlerine karşı K. Irak’a girmeyi “delilik” ve “duygusallık” addeden AKP, ABD ve İsrail’in Lübnan’a Türkler uluslararası güç olarak girsin teklifine büyük bir sevinçle evet dedi. Zaten İsrail’i tüm laf ebeliklerine rağmen bir kez bile Lübnan saldırılarından dolayı kınamayan AKP, kendisine biçilen yeni görevi memnuniyetle kabul etti. Bush-Olmert’in güvendiği savaş gücü AKP İşte AKP için “bölgesel liderlik” fırsatı doğdu. İsrail’in paralı askeri olarak Arap direnişine karşı Türk çocukları Güney Lübnan’a sokulacak. Hem Tayyip Erdoğan hem de Abdullah Gül buna ilkesel olarak onay verdiler. Hatta Tayyip Erdoğan heyecanla Blair ve Bush’la konuyla ilgili görüşmelere başladı. İşte Cüneyt Zapsu’nun ABD’de bahsettiği “kullanılma fırsatı.” Hem “ecdadımızın, Osmanlı’nın topraklarına gidiyoruz” palavralarıyla iki yüzlü propaganda da yapabilirler. Oysa Hizbullah ve Filistin sözde “barış gücüne” tamamen karşı. Gelenlerin bedel ödeyeceklerini açıkça duyurdular. Bu gücün amacı Güney Lübnan’ı İsrail’in güvenliği için işgal etmek olacak. İsrail Lübnan’daki Arap direnişinden böyle kurtulmayı hayal ediyor. ABD ise Lübnan’dan Suriye’ye sıçramayı planlıyor. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan BM kararı olsun gidelim diyor. Hiç merak etmesin. Irak’ın işgalini gecikmeli olarak onaylayan BM bu sefer erkenden Lübnan’ın işgali için karar verir. ABD ve İsrail’in uluslararası gücü bu kadar çok istediği bir dönemde, Tayyip Erdoğan bu işgal gücüne “barış gücü” adı vererek hemen gönüllü yazıldı. İsrail’in yeni katliam sorumlusu Başbakan Olmert en çok güvendiği kişilerden birinin Tayyip Erdoğan olduğunu açıkça söyledi. “Barış gücü” dediklerinin ne olduğunu da gizlemeden ortaya koydu: “… Türk hükümetine çok güveniyoruz. Güney Lübnan’a BM kararıyla yerleşecek güç, savaşçı birliklerden oluşmalıdır. İçinde Fransa, İngiltere, İtalya, Türkiye ve Avustralya yer alabilir. Onlar gelir gelmez ateşi kesebiliriz.” İşte Tayyip Erdoğan’ın çokça bahsettiği ateşkes ve barış gücü çözümü budur. İsrail için “savaşçı birlikler” Lübnan’ı işgal edecek. İsrail’in 60 yıldır ezemediği Arap direnişi böylelikle bölgenin 1. Dünya Savaşı’ndan kalma eski sömürgeci güçleriyle ezilecek. Türk askeri ise kendi ülkesini de bölecek olan Rice’in bahsettiği “Yeni Ortadoğu Düzeni” için gurkalık yapacak. Zaten Tayyip Erdoğan dememiş miydi: “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı biziz.” Şimdi yaptıkları da tüm Ortadoğu’yu parçalamak olan bu projeye taşeronluk. Olmert Lübnan’a NATO’nun gelmesini isterken, Tayyip Erdoğan “PKK’ya karşı Türkiye’nin güvenliğini NATO sağlasın” dedi. Aynı günlere rastlayan bu demeçlerdeki paralellik rastlantı değil. Türkiye değil tüm Ortadoğu’yu NATO kanalıyla ABD-İsrail işgali altına almak istiyorlar. Bölücülüğü azdırıp, Türk askerini PKK’nın önüne canlı hedef gibi atan AKP iktidarı, bu sefer Mehmetçik’i ABD- İsrail ordusunun emrine verip kurban etmek istiyor. Eğer bunu gerçekleştirebilirlerse sadece ABD ve İsrail AKP’yle gurur duymaz, İsrail’deki işgalci Yahudiler ve ABD’nin emperyalizmin tehlikeli yönlerinden korunan tüm vatandaşları da sonsuz vefa borcu hisseder. Yahudi Cesaret Ödüllü tek başbakan Tayyip Erdoğan ise İsrail’e bu kadar hizmetten sonra emeklilik hayatını belki de İsrail’de devam ettirmek istiyordur. Vahdettin İngiliz gemisiyle Malta’ya kaçmıştı. Amerikan Yahudi Konseyi’nden Yahudi Cesaret Ödülü olan “Davut Boynuzu”nu alan sadece Türkiye’den değil, tüm Müslüman dünyadan tek devlet adamı Tayyip Erdoğan’dır. Bir gün İsrail’e gidip, orada yaşamak zorunda kalırsa İsrailliler kendisini omuzlarına alıp: “İsrail seninle gurur duyuyor” diye karşılayabilirler. Tabii hâlâ sığınabilecekleri bir İsrail kalır mı bilemeyiz. Onu da Ortadoğu halklarının mücadelesi tayin edecek. “Yahudi cesareti”ne karşı bizlerin cesaretinin mutlak ağır basacağını düşünüyoruz.
|
Türkiye’nin imamı İsrail’in jandarması
Özgür Erdem
İsrail’i savunmak bize mi kaldı? Tarih 10 Şubat 2003… Türkiye ABD’nin Irak’a düzenleyeceği işgali tartışıyor… Ve TÜRKSOLU 23. sayısında manşeti patlatıyor: “AKP Şeytanın Emrinde…” Böylece AKP’nin Müslüman kimliğini sorgulamaya başlıyoruz. Yıllarca Türk milletinin dini duygularını istismar ederek politika yürüten Şeriatçıların aslında Müslüman bile olmadığını ortaya koymuş oluyorduk. ABD Irak’ı işgal ederken, Bush Haçlı Seferi’nden bahsederken, Irak’ın Müslüman halkı ölüm tehdidi altındayken, Powell’ın karşısında el pençe divan duran Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafları şüphesiz çok şey anlatıyordu. Bugün ABD’nin Irak’ı işgalinin üzerinden neredeyse 4 yıl geçti. O dönem yazdığımız her şey zaman içerisinde kanıtlandı. Ancak yaptığımız tespitler arasında biri var ki her geçen gün her yeni gelişmede tekrar tekrar kanıtlanıyor: AKP şeytanın emrinde! Geçtiğimiz aylarda, İsrail’in Lübnan’ın güneyini işgaliyle birlikte Ortadoğu’daki İsrail-ABD işbirliği yeni bir saldırı başlattı. Yıllardır üzerinde tartışılan Büyük Ortadoğu Projesi böylelikle uygulamaya konulmuş olundu. İsrail’in Lübnan işgaliyle birlikte emperyalist metropollerde yeni hedefler de hemen ortaya çıkmıştı: Hizbullah’a destek olan İran ve Suriye! Ancak ABD-İsrail mihverinin istedikleri olmadı. Güney Lübnan’da Hizbullah müthiş bir direniş gösterdi. İsrail’in o çok methedilen “askeri gücü”nün kofluğu da ortaya çıktı. Lübnan içerisinde birkaç kilometre ilerleyebilen İsrail, kara savaşında istediği başarıyı gösteremedi. Oldukça da kayıp verdi. Gemileri vuruldu. Hayfa gibi büyük kentleri Hizbullah füzelerinin hedefi oldu. Hem de 1-2 değil yüzlercesine. Böylece İsrail’in iddia edildiği gibi “her şeyi bilen, gören, anlayan, fark eden” olmadığı ortaya çıkmış oldu. ABD’nin Irak’ta bir türlü kontrolü sağlayamamış olması emperyalistlerin cakasını epey bir bozmuştu. İsrail’in de son Lübnan işgal girişimiyle “karizması çizildi”. Bu şüphesiz tüm ezilenler için sevindirici bir gelişme. Hele hele Müslümanlar için. Çünkü İsrail yıllardır kimin kanını döküyor? Kurulduğu 1948’den beri kaç Müslüman şehit oldu İsrail Siyonizminin saldırılarında? Ve kaç kez İsrail bayrağı yakıldı Müslüman topraklarındaki gösterilerde?.. Peki geçmişte Cuma çıkışlarında İsrail bayrağı yakanlar bugün ne yapıyor? Eskiden yaktıkları o bayrağın gönderden inmemesi için İsrail’in jandarmalığına soyunuyor. Halbuki tüm dünyada Müslüman topraklarında o bayrak yakılmaya devam ediyor hâlâ. Ve Birleşmiş Milletler’in Lübnan’da kurmak istediği Barış Gücü’ne hiçbir Ortadoğu ülkesi asker göndermek istemiyor. Dünyadaki en ABD işbirlikçisi ülke diyebileceğimiz Suudi Arabistan bile bu barış gücüne asker göndermeyeceğini, sadece para yardımında bulunacağını açıkladı. Bunların dedeleri de hiçbir zaman Müslüman olmadı Peki, bizim Şeriatçılar ne yapıyor? İşte bizim yıllardır anlatmaya çalıştığımız gerçek bir kez daha kanıtlanıyor: AKP’nin ve Türkiye’deki Şeriatçı hareketin Müslümanlıkla bir alakası yok! Bunlar Türk olmadıklarını yıllardır söylerler. Milleti değil ümmeti tercih ederler. Bunu hepimiz biliyorduk. Ancak bunların Müslüman bile olmadıklarını her gelişmede bir kez daha görüyoruz. Aslında bunların dedeleri de böyleydi. Aznavur’lar Müslüman topraklarını işgal edenlerden para alıp Mustafa Kemal’e başkaldırmadı mı? Ya Şeyh Sait’lerin salladığı Şeriat bayrağının kumaşı hangi ülkeden geldi sanıyorsunuz? Tabii ki İngiltere’den… Saidi Kürdi de önce İngiltere’den, sonra da ABD’den destek almadı mı? Kore’ye asker göndermemizi “Dinsiz Komünistlere karşı savaşmak caizdir” diye destekleyen Saidi Kürdi değil miydi? Peki, aynı Saidi Kürdi tam da o yıllarda İsrail kurulurken ne yapıyordu? İsrail’le ilk diplomatik ilişkiyi kuran ve İsrail Başbakanı Gurion ile gizlice görüşüp ilk anlaşmayı imzalayan 1958’de Menderes değil miydi? Ve Menderes kimin sakalını öpüyordu hocası diye? Saidi Kürdi’nin… Peki Müslümanlık adına Komünizmle Mücadele Derneklerini kuran Şeriatçılar ne yapıyordu? “Müttefikimiz” ABD’yi rahatsız eden devrimci gençleri protesto ediyordu. Hatta 6. Filo’yu denize döken devrimci gençlere saldırıyor, ardından da Amerikan donanmasını kıble yapıp namaz kılarak “konukseverliklerini” gösteriyordu. İşte sizin Müslümanlığınız bu kadardır. Kabeniz ABD’dir dediğimizde kızmayın. Bunu biz uydurmadık, siz yaptınız. AKP İsrail’in işgalini kınayamadı Örnekler çoğaltılabilir. Yukarıda saydıklarımız Şeriatçılar henüz iktidara gelmemişken yaptıkları. Bir de iktidara geldiklerinde yaptıklarına bir bakın. Yıllardır İsrail düşmanlığı üzerinden politika yapan Erbakan iktidara gelir gelmez İsrail’le “Ticaret ve Askeri İşbirliği Anlaşması” imzalamıştı. Üstelik Manavgat üzerinden İsrail’e su satmak gibi dev bir projeyi ortaya atan da Erbakan’dı. AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Şeriatçı hareketin işbirlikçi yüzü daha da açığa çıktı. Ne de olsa artık koalisyon ortağı değil, tek başlarına iktidardılar. Üstelik kendilerini engelleyecek bir Genelkurmay değil, “Şiir gibi geçindikleri” bir Genel Kurmay Başkanı vardı… Neyse uzatmayalım, bu konuyu çok yazdık. AKP iktidarı dönemi Türkiye’nin İsrail’le en yakın ilişki kurduğu dönem olmuştur. Ve çok daha ilginci, aynı zamanda Şeriatçıların “Cuma çıkışı” İsrail bayrağını en az yaktıkları dönemdir. Halbuki, AKP’nin iktidar olduğu son dört yıl İsrail saldırganlığının azgınlaştığı bir dönemdir. Arafat, günlerce Ramallah’ta hapis edilmiş, daha sonra MOSSAD tarafından zehirlenerek öldürülmüş, Filistin’in etrafı bir duvarla örülmüştür. İsrail’in Filistin’e yönelik işgal eylemleri de artarak sürmüştür. Ancak, Lübnan’a yönelik işgal girişimi en son ve en etkin İsrail saldırısı olmuştur. Tüm dünya, hatta Avrupa ülkeleri bile İsrail saldırganlığını kınarken, AKP iktidarı suya sabuna dokunmayan demeçlerle “tarafları barışa çağırmıştır.” Sanki ortada bir işgal yokmuş da savaş varmış gibi… Hele hele yapılan “Orantısız güç kullandığı için İsrail’i eleştiriyoruz.” açıklaması beklenen kınama değil, ABD’nin yaptığı açıklamanın adeta bir benzeridir. Kısacası AKP İsrail’le neredeyse ABD kadar müttefik olduğunu işgal süresince göstermiştir. İsrail’in Hizbullah’a yönelik giriştiği işgal harekâtının başarısızlığa ulaşmasının ardından istemeden de olsa ateşkes ilan etmek zorunda kaldı. Ve ardından hamisi ABD’nin de desteğiyle bölgede bir Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün kurulması için temaslara başladı. BM Güvenlik Konseyi aldığı 1701 sayılı kararla Güney Lübnan’da bir BM Barış Gücü’nün oluşturulmasını istedi. Ve AKP şeytanın ne derece emrinde olduğunu bir kez daha gösterdi. Daha BM kararı tam olarak yorumlanmadan, Türkiye’ye ne getirip ne getireceği, Müslüman dünyasının lehine mi aleyhine mi olduğu daha tartışılmadan, Erdoğan başta olmak üzere tüm AKP’li yetkililer Barış Gücü’nde Türkiye’nin de yer alacağı açıklamasını yaptılar. Barış Gücü’nün amacı Yahudi İsrail’i korumak ve Lübnan’ı Hıristiyanlaştırmak Şimdi şu gerçeği çok tartışmaya gerek yok. BM’nin 1701 sayılı kararı İsrail’in ve ABD’nin işine yarıyor. BM Barış Gücü sayesinde İsrail işgal ederek gerçekleştiremediğini BM sayesinde yapacak: Güney Lübnan’ı Hizbullah’tan temizlemek istiyor. Tabii Türkiye’de Şeriatçılar 1701 sayılı kararın bu gerçek yüzünü saklamak için “barış” çığlıkları atadursun. Ortadoğu’da barış isteyen sanki İsrail ve ABD. Allah aşkına, 1947’den beri bölgede tüm çatışmaları kim çıkardı? Ya İsrail, ya da ABD. Bu yüzden onların barış istediğine çocuklar bile inanmaz. Ama bizim Şeriatçılar anlaşılan inanmış. Ve milleti de bu uydurmacaya inandırmaya çalışıyorlar. Halbuki 1701 sayılı karar ile Lübnan’da Hizbullah silahsızlandırılacak. Yani Lübnan’daki İral karşıtı direniş bastırılacak. Bastırılacak ki, gelecekte İsrail bölgeyi yine işgal etmek istediğinde engellenemesin. Ayrıca Lübnan, Hıristiyanlaştırılmış olacak. Böylece bölgede adeta bir Hıristiyan İsrail kurulmuş olacak. Ve ardından da ABD’nin Suriye’ye yönelik bir operasyonunda Hıristiyanlaştırılmış Lübnan üs olacak. Öyleyse, Barış Gücü’ne katılmak, Yahudi İsrail’in ve Hıristiyanlaştırılmış Lübnan’ın yanında yer almak demek. Bunun nesi Müslümanlık? AKP şeytana kendini beğendirme çabasında Peki, AKP neden Barış Gücü’ne katılmak için bunca uğraşıyor? AKP’nin 1 Mart Tezkeresi’nde ABD’yle yaşadığı krizi hatırlayalım… AKP büyük bir iştahla işbirlikçiliğini kanıtlamak istemiş, ancak yüzüne gözüne bulaştırmıştı. Tezkere Meclis’ten geçememişti. Ve ABD kuzelden cephe açamadığı ve işbirlikçi Kürtlerle buluşamadığı için Irak işgalinde epey zorlanmıştı. AKP o gün bugündür, ABD’ye kendini beğendirme çabasında. Başbakan olmadan önce dahi Bush’la randevu alıp görüşebilen Erdoğan, aylardır peşinde koşturduğu randevuyu hâlâ alabilmiş değil. AKP, Irak işgali öncesi, bu işgali kayıtsız şartsız destekleyeceği için iktidara bir darbeyle getirilmişti. Şimdi de, arkasındaki ABD desteğini yitirirse nasıl iktidardan düşeceğinin farkında. Fırsat bu fırsat kendini yeniden ABD’ye beğendirme çabasında. 1701 sayılı BM GK kararının çıkmasıyla birlikte AKP, Davutoğlu çizgisinin ürünü “Stratejik Derinlik”in içinde boğulmaya başladı. Fırsat bu fırsat deyip, ABD ve İsrail’e destek için asker gönderme kararı almak isteyen AKP, bizzat Abdullah Gül’ü İsrail’e göndererek Barış Gücü’nde yer almak istediğini gösterdi. Şimdi ortada ilginç bir durum var. Madem ki Türkiye bölgeye barış getirmek için Barış Gücü’ne giriyor, neden bölgede barış isteyen kuvvetler, AKP’lilerin ifadesiyle Lübnan ve İsrail yetkilileri, Türkiye’ye gelmiyor da AKP’liler onların ayaklarına kadar gidiyor? Yalnız bu gerçek bile Barış Gücü’nün gerçek yüzünü ortaya koymaya yetecektir. PKK’yla barış, Hizbullah’la savaş Tam AKP, Aydın Doğan medyasını da arkasına alıp Barış Gücü’ne katılmanın propagandasını yaparken, Sezer’in Lübnan’a asker göndermeye karşı açıklaması geldi. Sezer, anlaşılan denklemi doğru kurmuştu. Kara Kuvvetleri Komutanlığı devir teslim töreninde yaptığı açıklamasında iki vurgu yapıyordu. Sezer AKP’nin iki icraatına karşı çıkıyordu: 1. Lübnan’a asker gönderilmesine karşı. 2. PKK ile masaya oturulmasına ve ABD’nin arabuluculuğuna karşı. İşte AKP’lilerin işbirlikçi “stratejik derinliği”nin sonuçları… Amerikancılık sizi buraya getirir… Her gün onca şehit verdiğimiz PKK ile barış. Diğer yandan ABD’ye ve İsrail’e karşı savaşan Hizbullah ile savaş. Siz PKK’yla savaşan Ordu’yu durduracaksınız. PKK söz konusu olunca barış çığırtkanı kesileceksiniz. Diğer yandan aynı Ordu’yu “memleket çıkarları” deyip Lübnan’a göndereceksiniz. Orada da İsrail’in ve ABD’nin baş edemediği Hizbullah’la savaştıracaksınız… Kerkük’teki Türk’ü korumayacaksınız. Lübnan’da İsrail’i koruyacaksınız. Süleymaniye’de başına çuval geçirilen Türk askerini savunmayacaksınız. Lübnan’da hezimete uğrayan İsrail askerinin yardımına koşacaksınız. Yok öyle yağma… Tahammülün de bir sınırı vardır. Bu millet sizin sahte Müslümanlığınızı yutmayacak… Ordu-CHP-Cumhurbaşkanı-Atatürkçüler İsrail’e karşı, AKP ve diğer işbirlikçiler İsrail yanlısı Bu ülkede Şeriatçıların yıllardır sürdürdüğü bir propaganda vardır. Her tür kötülüğün arkasında İsrail’i ararlar. Aslında böylece gerçek düşman ABD’yi saklamış olurlar. Ancak onlar İsrail’e bile karşı değildir ki. Bu gerçek son süreçte tekrar kanıtlandı. Bakın, Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesini kimler destekliyor? Yeni Şafak yazarları… Vakit gibi en Şeriatçı gazeteler bile, İsrail yanlısı AKP olunca sessiz kalıyorlar. Aynen 1 Mart Tezkeresi’nde yaptıkları gibi sessiz kalıp onaylayacaklar Şeytanın emrinde olmayı. Zaman gibileri ise zaten dünden razı İsrail ve ABD işbirlikçiliğine. Peki Lübnan’a asker göndermeye kimler karşı? Türkiye’de işbirlikçiliğin yılmaz savunucusu Aydın Doğan medyası ve bir avuç işbirlikçi dışında, tüm dürüst ve namuslu Atatürkçüler karşı. Cumhurbaşkanı karşı. CHP karşı. Ordu karşı. Hatırlanacağı üzere 1 Mart Tezkeresi öncesinde Org. Özkök, Tezkere’nin Meclis’ten geçmesi gerektiği konusunda bir açıklama yapmıştı. Bu sefer ise, Org. Büyükanıt, topu Hükümet’e attı. MGK’da ise Komutanların karşı çıktığı söyleniyor. Atatürkçüler zaten karşı. Son dört yıldır adım adım oluşan saflaşma Lübnan’a asker gönderilmesi konusunda da tekrar yaşanıyor anlayacağınız. Yıllardır Ordu düşmanlığı yapan Şeriatçıların Egemen Bağış’ın ağzından şu dediklerine bir bakın: “Ordumuz bugünler için var.” Peki, bize düşen ne olmalı? Öncelikle şu Şeriatçıların Müslümanlık maskesini indirelim. Ve vatansızlığın, milletsizliğin nasıl Müslüman karşıtlığına dönüştüğünü ortaya koyalım. Antiemperyalist olunmadan Müslümanlığın da savunulamayacağını gösterelim. Ve şeytanın emrinde olanların değil Müslüman, insan bile olamayacaklarını milletimize anlatalım. |
AKP İsrail karşıtı olabilir mi?
Kaya Ataberk
|
Tayyip-Olmert Görüşmesi
Geçtiğimiz haftanın önemli gelişmelerinden biri, İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in iki günlük Türkiye ziyareti oldu. Bilindiği gibi Erbakan döneminde en üst seviyeye yükselen Türkiye-İsrail ilişkileri, AKP iktidarı döneminde bu seviyeyi de aşarak adeta bir stratejik ortaklık halini aldı. İsrail’in Filistinlilere yaptığı zulme ses çıkaramayan AKP, yine İsrail’in Kuzey Irak’ta PKK’ya yaptığı yardımları da görmezlikten gelmişti. Bütün bunlara karşın AKP, Türkiye’de Yahudi sermayesinin bekçisi olmuş, dünyaca ünlü tefeci Sami Ofer’e usulsüz ihaleler verilmiş, kamu teşeküllerinin hisseleri kanunsuz şekilde satılmış, bunlara karşı çıkanlara da “sermaye ırkçısı” demişlerdi. Dış politikasını da ABD ve İsrail’in çıkarlarına uygun olarak belirlemişlerdi. Ne de olsa meclisteki en kalabalık dostluk grubu İsrail Dostluk Grubu’ydu ve Başbakanımız Türkiye’nin bugüne dek Yahudi Cesaret Ödülü sahibi tek Başbakanıydı. İsrail’le en dost hükümetin de AKP hükümeti olması kadar doğal bir şey yoktu. Zaten İsrailliler de bunun farkında olarak Tayyip’e methiyeler düzüyordu. “Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı bizim için çok büyük bir fırsattır. Erdoğan’lı Türkiye’nin İslam dünyasının lideri olmasını temenni ediyoruz.” sözleri de Olmert’e ait. Olmert’in ziyareti AKP açısından tam anlamıyla fiyasko. Daha Olmert gelmeden, Tayyip’in Mescid-i Aksa’daki kazı çalışmaları ile ilgili “sert” çıkışları, İsrail tarafından restle karşılandı. “İsterseniz gelmeyelim” tehdidine karşı AKP geri adım atınca ziyaret gerçekleşti. Görüşmelerde basın tarafından en çok öne çıkarılan konu, Mescid-i Aksa’daki kazı çalışmaları oldu. Tayyip, Olmert’in getirdiği fotoğraflarla ikna olmayarak oraya bir heyet göndereceğini açıkladı: “Ancak oradaki heyetin raporlarından sonra ‘Bu çalışma kutsal mekânlara zarar veren değil, o mekânları koruyan bir çalışmadır.’ diyebilirim.” dedi. Tayyip’in isteği doğrultusunda baş başa yapılan görüşmelerde konuşulan en önemli konu bizce ABD Temsilciler Kongresi’nde oylanacak olan Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı’ydı. Hatırlanacağı gibi Abdullah Gül de ABD’deki ikna turlarında bu konuyla ilgili Musevi Lobisi ile görüşmüş, ancak umduğu sonucu elde edememişti. Tayyip Erdoğan da, Olmert’ten bu konuda destek istemişti. Yapılan basın toplantısında Olmert, “Size destek veriyorum diyemem; ama bu konuda elimizden geleni yapacağız.” diyerek Tayyip’e destek vermediğini açıkladı. Bunun yanı sıra Tayyip’in Filistin koalisyon hükümeti ile görüşme talebini de reddeden Olmert, “İsrail’i tanımayanlarla görüşmem!” diyerek Filistin’e karşı tavrını da ortaya koymuş oldu. Ayrıca görüşmelerde “Türkiye İslam dünyasının lideri olmalıdır.”, “Türkiye, İran’ı zayıflatacak bir unsurdur.”, “Türkiye, ABD’nin ve İsrail’in sadık müttefikidir.” gazı verilerek İran’a karşı Türkiye’nin desteği sağlanmaya çalışıldı. Olmert, açıklamasının bir yerinde “Ben de başkentimiz Kudüs’te belediye başkanlığı yaptım.” diyerek Türkiye’nin kabul etmediği bu durumu Türkiye’de dillendirmiş oldu. Bu ziyaret şeriatçı basın açısından da önemli bir sınavdı. Şeriatçı basın, AKP-İsrail görüşmelerinde genellikle görüşme öncesinde “Siyonist katiller!” diye küfrederken görüşme esnasında ve sonrasında İsrail’le ne kadar iyi ilişkilerimiz olduğu, stratejik ortaklığımız vs. anlatılır durur. Bu seferki görüşmede de öyle oldu. Şeriatçı Vakit gazetesi, günlerce yaptığı İsrail karşıtı yayından sonra görüşmelerde Tayyip’in kazı çalışmaları konusunda ikna olmayıp heyet göndermesini haber yaparak AKP’yi savunmaya çalıştı. Eee, tabi onları da anlayışla karşılamak gerek. Bir şeriatçı açısından yapılabilecek en zor şeyi yapıyorlar. Yani işbirlikçi bir iktidarı savunmaya çalışıyorlar. … |
MUSEVİLERİN GÖZ BEBEĞİ
07.07.2007
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/haberler/musevilerin-goz-bebegi.html |
‘‘AKP’ye oy vermek, Siyonizme oy vermektir” Eski başbakanlardan Necmettin Erbakan, AKP’ye karşı tavrını iyice sertleştirdi. 04 Temmuz 2007
Eski başbakanlardan Necmettin Erbakan, “AKP’ye oy vermek, siyonizme oy vermek demektir. ’Köle olmak istiyorum’ demektir” dedi. Necnettin Erbakan, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nce (ESAM) Irkçı emperyalist güçlerin Türkiye’yi bölmek için mutlaka AK Parti’yi işbaşına getirmeye çalıştıklarını ileri süren Erbakan, “Nasıl bu seçimler Çanakkale Savaşı kadar önemliyse, onlar da adeta ’bu seçimlerde Çanakkale’yi geçeceğiz’ diyorlar” diye konuştu. AK Parti’nin, görevde bulunduğu 4.5 yıl içinde Türkiye’ye “ekonomik yıkım, manevi tahribat ve dış politika faciası” yaşattığını öne süren Erbakan, şunları kaydetti: “Herşeyi yıktınız, mahvettiniz. Hala ne yüzle karşımıza geliyorsunuz? Meydanlarda ne konuşuyorsun. Sen daha dişi çıkmamış çocuk gibisin. AKP’nin 5 yıldır yaptıkları beceriksizlik değil. Zaten kendileri yapmıyor. IMF yapıyor. Bunlar at spikeri olarak konuşuyorlar. Atın üzerinde IMF var. Bir defa ata binmeye çalıştı, onda da attan düştü. AKP işbaşına gelir gelmez ne yaptı? Kendi eliyle ekonomiyi IMF’ye teslim etti. Her sene 200 milyar dolar dışarıya aktarılıyor. Sadece 40 milyar dolar değil ödenen faiz. Bu paralardan ırkçı emperyalizm faydalanıyor. AKP’ye oy vermek, siyonizme oy vermek demektir. ’Köle olmak istiyorum’ demektir.” AK Parti iktidarından önce Türkiye’de 4 tane dolar milyarderi bulunduğunu, AK Parti iktidara geldikten sonra bu rakamın 26’ya çıktığını ifade eden Erbakan, “Bunların serveti 75 milyonun gelirinden fazla. Ama ben AKP’ye kabahat bulmuyorum. Hani 23 Nisan’da çocukları koltuklara oturturlar ya. Sandalye hevesi vardı çocuğun. Bulmuşlar, oturtmuşlar” diye konuştu. Şu anda Türkiye’nin iflas etmiş durumda olduğunu savunan Erbakan, AK Parti’ye en büyük iyiliğin AK Parti’yi seçmemek olduğunu kaydetti. AK Parti’nin buna karşın meydanlarda halkı aldatmaya çalıştığını iddia eden Erbakan, “Bir tüccar iflas etmiş, iflasını duyurmak için kokteyl veriyor. AKP’nin yaptığı budur” dedi. http://www.haber3.com/haber.php?haber_id=256239 *** “AKP’ye oy vermek; Siyonizme oy vermek!”
Arslan BULUT 05.07.2007
Türkiye yaklaşık 50 yıldır Avrupa içinde yer almak için çabalarken, Gana’nın başkenti Accra’da düzenlenen Afrika Birliği zirvesi, bir “kıta hükümeti” kurulmasını tartıştı. Libya tarafından desteklenen “Birleşik Afrika Devletleri” projesi komisyonlarda ele alındıktan sonra bir sonraki zirvede Devlet Başkanları Komitesi’ne sunulacak. Gana Devlet Başkanı John Kufuor “Biz, Amerika Birleşik Devletleri ya da Avrupa Birliği gibi şu ya da bu birliği kopya etmeyeceğiz, bizler kıtamıza uygun gelen bir şeyler yapacağız” dedi. * * * Erbakan, ırkçı emperyalist güçlerin Türkiye’yi bölmek için mutlaka AKP’yi yeniden işbaşına getirmeye çalıştıklarını belirterek “Türk halkı 22 Temmuz’da ’var olma-yok olma’seçimi yapacak. AKP’ye oy vermek, siyonizme oy vermek demektir. ’Köle olmak istiyorum’ demektir. Nasıl bu seçimler Çanakkale Savaşı kadar önemliyse, onlar da adeta ’bu seçimlerde AKP üzerinden Çanakkale’yi geçeceğiz’ diyorlar” dedi. * * * Bugün dünyadaki büyük savaş, Türk ve İslam Dünyası’nın elindeki enerji kaynakları üzerinde sürmektedir. AKP, ABD’nin Büyük Ortadoğu projesinin eş başkanlığını kabul ederek Türk-İslam dünyasında bir Truva atı rolünü üslenmiştir. Büyük Ortadoğu projesi İngiltere’nin 100 yıl önce geliştirdiği, MOSSAD’ın güncellediği ve Bernard Lewis’in yeni bir şekil verdiği “Büyük İsrail Projesi” nin kamuflajıdır. Erbakan’ın “AKP’ye oy vermek siyonizme oy vermektir” sözlerinin arkasında bu tespit vardır. * * * Biz 5 Ocak 1993 tarihinde belirttiğimiz gibi Türk Dünyası için “Türk Birleşik Devletleri” ni hedef olarak görüyoruz. Türkler böyle bir hedefe yönelmezse, paramparça edildikten sonra tarih sahnesinden kaldırılacaktır: “Bir düşünelim! Türk ülkeleri arasında gümrükler kaldırılmış, ithalat ve ihracat serbest. Karayolu bağlantısı ve yolların güvenliği de sağlanmış, araçlar serbestçe girip çıkabiliyor. Bir ticari malın her türlü vergisi satın alındığı ülkeye veriliyor. Türk Cumhuriyetleri arasında rahatlıkla para transferi yapılıyor. Zaten ortak para birimine geçilmiş. Sınırlarda kimlik kontrolü bile olağanüstü durumlarda yapılıyor. Her Türk ülkesi bankası diğer Türk ülkelerinde şube açabiliyor. Tüketici hakları bütün Türk ülkelerinde aynı yasalarla korunuyor. Türk ülkelerindeki bütün televizyon istasyonları. serbestçe bütün Türk dünyasına yayın yapabiliyor. Türk Birleşik Devletleri tek bir haberleşme sistemine bağlanıyor. Devlet ihalelerine bütün Türk devletleri firmaları serbestçe katılabiliyor. Havayolları şirketleri aynı lisans ve güvenlik kurallarına bağlı oluyor. ’Türkopol’ adlı ortak bir polis teşkilatı kuruluyor. Süper bir topluluk! Türkiye’nin de Türk cumhuriyetlerinin de çıkış yolu Türk Birleşik Devletleri’dir.” * * * Türk Birliği için Ankara’da bu yönde bir siyasi irade oluşmalıdır. Bu irade, asıl olarak Atatürk’ün anlatımıyla, “milletin vicdanında ve geleceğinde bulunan büyük gelişme kabiliyetini, bir millî sır gibi vicdanında taşıyan ve yavaş yavaş bütün bir topluma uygulatmak mecburiyetinde olan” aydınların iradesidir. Millet, Avrupa ve Amerikan emperyalizmini yöneten Siyonizmin kölesi olmak istemez elbette. Fakat üzücü olan şu ki AKP’nin karşısında olan kadrolar da laik-antilaik cepheleşmesi ile oyalanıyor!
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yazarlar/arslanbulut/akpye-oy-vermek-siyonizme-oy-vermek.html |
SIRA BU FOTOĞRAFIN SIRRINDA 29.06.2007
CIA belgesi maskeleri düşürüyor.Evren’le gizli işbirliği yaptığı iddia edilen Kissinger’ın AKP bağlantısı kafa karıştırdı ABD’de gizliliği kaldırılan CIA belgeleri Türkiye’yi karıştırdı. Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger’ın 12 Eylül darbesini gerçekleştiren Kenan Evren’le gizli işbirliği yaptığı iddia edilen belgelere göre, Yahudi politikacı, Türkiye’ye el altından silah da satmış. Bu bilgilerin ortaya çıkması, New York’ta basına kapalı bir özel görüşmeyi hatırlattı. Yahudi lobisinin ünlü ismi Kissinger, Cüneyt Zapsu’nun aracılığıyla Tayyip Erdoğan’la bir otelde buluşmuş, saatlerce konuşmuşlardı… ‘Süpürmeyin kullanın…’ demişti Tarİh: 20 Aralık 2006. Sis perdesi aralanıyor 12 Eylül’e giden yolda Evren’le gizli işbirliği yaptığı iddia edilen ABD eski Dışişleri Bakanı Kissinger’ın Zapsu ile olan bu fotoğraf kafaları karıştırdı ABD’de gizliliği kaldırılan CIA belgelerinde Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger’ın 12 Eylül darbesini gerçekleştiren Kenan Evren’le gizli işbirliği yaptığı iddia edildi. Belgelere göre, Yahudi politikacı, Türkiye’ye el altından silah da satmış. Bu bilgilerin ortaya çıkması, New York’ta 20 Aralık 2006’da gerçekleştirilen basına kapalı bir özel görüşmeyi hatırlattı. Yahudi lobisinin ünlü ismi Kissinger, Cüneyt Zapsu’nun aracılığıyla Tayyip Erdoğan’la bir otelde buluşmuş, saatlerce konuşmuşlardı. CIA’nın 1970’lerdeki faaliyetlerini anlatan ve “Aile Mücevherleri” olarak adlandırılan yaklaşık 700 sayfalık CIA belgeleri, gizliliğinin kaldırılmasının ardından 4 gün önce kamuoyuna açıklandı. Cumhuriyet gazetesinde yer alan ve bağımsız internet haber sitesi Raw Story’ye dayandırılan habere göre, Kissinger,12 Eylül’e giden yolda darbeyi gerçekleştiren Orgeneral Kenan Evren’le gizli işbirliği yaptığı iddia edildi. Ecevit’e by-pass Raw Story’ye konuşan ve kimiliklerinin açıklanmasını istemeyen istihbarat kaynakları Kissinger’ın Türkiye’nin Kıbrıs harekâtına destek verdiğini doğruladılar. O dönemde Türkiye’de çalışan bir istihbarat yetkilisiyse, Kissinger’in Ecevit’i by-pass ederek daha sonra 12 Eylül darbesini gerçekleştiren Orgeneral Kenan Evren ’le gizli işbirliği yaptığını öne sürdü. Kıbrıs müdahalesinin ardından ABD’nin uyguladığı silah ambargosuna karşın CIA’nın Kissinger’ın talimatıyla Türkiye’ye gizlice silah satmaya devam ettiğini kaydeden yetkili, Evren ve Kissinger arasındaki ilişkilerin 12 Eylül darbesine giden yolu açtığını savundu. CIA üzerinden… Eski bir CIA yetkilisi, Kissinger’ın Sosyal Demokrat olan Ecevit konusunda kuşkuları olduğunu kaydetti. Kıbrıs harekatından sonra “askeri yardımı teknik olarak kestik” diyen yetkili, yardımın teknik olarak kesilmekle birlikte CIA üzerinden sürdüğünü ifade etti. Yetkili, “Sonunda Ecevit’in devrilmesine de bunun yol açmış olabileceğini” savundu. Eski CIA yetkilisine göre demokratik yollarla seçilmiş Ecevit’in Johnson yönetimiyle ilişkileri iyiydi, ancak Kissinger’ın görev yaptığı Nixon yönetiminin Ecevit’le bazı meseleleri vardı. “Bunların ne olduğunu hatırlamıyorum” diyen kaynak “Ama Beyaz Saray’ın Ecevit’ten hoşlanmadığını hatırlıyorum” dedi. New York’ta gizli görüşme Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2006’da Amerika’ya yaptığı ziyarette Yahudi lobisinin etkin isimleriyle gizli görüşmeler gerçekleştirmişti. Erdoğan, ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ve eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrook ile biraraya gelmişti. Kissinger ve Holbrook ile görüşme 20 Aralık’ta Başbakan Erdoğan’ın kaldığı New York St. Regis Oteli’de yapılmıştı. Ayrı ayrı yapılan görüşmelerde Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı Cuneyt Zapsu da bulunmuştu. Kissinger ve Holbrook’a Zapsu eşlik etmişti. Cüneyt Zapsu’nun ayarladığı toplantılar basına kapalı yapılmış ve içerde neler konuşulduğuyla ilgili sorular cevapsız bırakılmıştı.
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/haberler/sira-bu-fotografin-sirrinda.html ***
ZAPSU AYARLADI, ERDOĞAN BULUŞTU 21.12.2006
Erdoğan’ın görüştüğü iki Yahudi isim; Eski ABD Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger ve eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrook. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın New York’ta yaptığı toplantılarda, basın içeri sokulmadı. Yahudi Örgütleri Konferansı Derneği’nin sözcüsü Malcolm Hoenlin, özel buluşmanın ardından soruları cevaplandırırken, Türkiye ile aralarında sürekli bir işbirliği bulunduğunu söyledi. Hoenlin, Başbakan Erdoğan’la yaptıkları toplantıda, Türkiye ile ABD ilişkileri kapsamında ve dünyada teröre karşı yapılan savaşla ilgili önemli konular üzerinde görüş alışverişinde bulunduklarını söyledi. Fikir birliğindeyiz Hoenlin, “Pek çok konuda fikir birliği içindeyiz ve aynı endişeleri paylaşıyoruz. Farklı düşüncelerimiz, önemli olmayan konular üzerinde” diye konuştu. Gazetecilerin bu görüş farklılıklarının neler olduğunu sormaları üzerine, Hoenlin, kendilerinin Filistin’de seçimlerin yenilenmesini istediklerini, Erdoğan’ın ise seçimlerin yenilenmesinin yararlı olmayacağı görüşünü taşıdığını söyledi. Holbrook- Zapsu- Kissinger Eski ABD Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger ve eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrook, Başbakan Tayyip Erdoğan’la New York’ta kaldıgı St. Regis Oteli’nde göruştü. Kissinger ve Holbrook’a, Erdoğan’ın danışmanı Cüneyd Zapsu eşlik etti. Başbakan, ABD ziyaretlerinde mutlaka Yahudi örgütleriyle biraraya gelerek fikir alışverişinde bulunuyor. AKP’nin Yahudi lobisiyle buluşmasını, bir süre önce ölen Ahmet Münir Ertegün ayarlıyordu… Yahudiler Erdoğan’dan çok memnun Başbakan her ABD ziyaretinde olduğu gibi yine Yahudi cemaatinin temsilcileri ile biraraya geldi. Toplantının ardından açıklama yapan Yahudiler bir çok konuda Erdoğan’la aynı fikirde olduklarını belirttiler . Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, eski Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlarından Henry Kissenger ve Yahudiler örgütlerinin temsilcileriyle ayrı ayrı görüştü. Görüşmeler, Erdoğan’ın konakladığı St. Regis Otelinde basına kapalı olarak gerçekleştirildi. Toplantının ardından gazetecilere kısa bir açıklama yapan Yahudi Örgütleri Konferansı Derneği’nin (Conference of Presidence of Major Jewish Organizations) Başkan Yardımcısı Hoenlin, Başbakan Erdoğan’la yaptıkları toplantıda, Türkiye ile ABD ilişkileri kapsamında ve dünyada teröre karşı yapılan savaşla ilgili önemli konular üzerinde görüş alışverişinde bulunduklarını söyledi. Hoenlin:Fikir birliği içindeyiz Yahudi Örgütleri Konferansı Derneği’nin Başkan Yardımcısı Hoenlin, “Pek çok konuda fikir birliği içindeyiz ve aynı endişeleri paylaşıyoruz. Farklı düşüncelerimiz önemli olmayan konular üzerinde” diye konuştu. Gazetecilerin bu görüş farklılıklarının neler olduğunu sormaları üzerine, Hoenlin, “Bunlar temel meselelerle ilgili değil” diyerek kendilerinin Filistin’de seçimlerin yenilenmesi fikrini desteklediklerini, Başbakan Erdoğan’ın ise seçimlerin yenilenmesinin Filistinliler için yararlı olmayacağı görüşünü taşıdığını söyledi. Başbakan yeterli bilgi vermedi Başbakan Erdoğan ise Yahudi cemaatiyle yaptığı görüşmede nelerin görüşüldüğü konusunda fazla bilgi vermedi. Erdoğan New York’ta düzenlediği basın toplantısında “Yahudi cemaati temsilcileri ile bir görüşmeniz oldu. Neler konuştunuz, burada Hamas konusundaki görüş ayrılıklarını giderdiniz mi?” sorusuna da şu cevabını verdi: Filistin’de seçim doğru değil “Biz kendilerine düşüncemizi söyledik. Şu anda Filistin’de erken seçimin Sayın Abbas tarafından ilan edilmiş olmasını, ben bunu tabii kendi açımdan söylüyorum, doğru bulmadığımı söyledim. Onlar ise bir tıkanıklığı aşmak için sayın Abbas’ın bunu istediğini söylediler. Ben de ‘Abbas’ın tek başına erken seçime taraf olması Filistin halkının iktidara taşımış olduğu bir siyasi partiyi yok farzetmek anlamına gelir dedim.’ Adayımızı Nisan’da açıklayacağız Başbakan Erdoğan kendisinin cumhurbaşkanı adayı olup olmayacağı tartışmaları hakkındaki soruyu da “Biz kamuoyu araştırmaları, halk, milletvekileri, parti teşkilatı, ilgili kurumların kanaatinin görüşlerini aldıktan sonra kararımızı veririz. Şahsım üzerindeki tartışmalar art niyetlidir. Nisan’dan önce herhangi bir isim açıklamayacağız” şeklinde yanıtladı. Yeniçağ
http://www.haber10.com/haber/53612/
|
İsrail Türkiye’yi kullanarak Türkiye’yi kuşatıyor
Ali Özsoy
|
Biri bizimle dalga mı geçiyor?
Hasan DEMİR 09.07.2007
Türk halkı Irak’ta 800 binden fazla Müslüman’ı katleden, Ebu Garip’te en iğrenç işkenceleri reva gören, Mehmetçiğin başına çuval geçirmiş, camileri haçlı kışlası haline getirip, Kur’an’a bevl eden Irak’taki Amerika’dan memnun mu? Bu mümkün mü? ABD denildiğinde Türk halkının dişleri gıcırdıyor, midesi bulanıyor. Çünkü ABD ayrıca Musul ve Kerkük’teki Türklere ait tapu ve nüfus dairelerini talan ettiren, Kerkük ve Telafer’de binlerce Türkmen’i katleden, Irak’ın kuzeyinde PKK’ya kol kanat geren, Irak’a Sünni-Şii fitnesini sokarak Müslüman’ı Müslüman’a kırdırtan, devlet başkanı Bush’un, “Ben Haçlı orduları komutanıyım!” dediği eli kanlı, Lozan’ı imzalamadığı için Türkiye’nin Güneydoğu sınırlarını tanımayan emperyalist bir güç. Lâkin Iraktaki bu ABD için The Wall Street Journal gazetesine yazdığı bir makalede Erdoğan, “Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve bayan askerlere, en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz” diyor. Şimdi söyleyiniz Allah aşkına Türk halkı bu Amerika’dan yüzde 95 oranında nefret ediyorken, bu zalim Amerikan askerlerini “kahraman” olarak ilân eden ve “sağ-salim vatanlarına dönmeleri için” dualar eden Erdoğan’ın partisi, nasıl oluyor da bütün seçim anketlerinde en yakın rakibini ikiye, diğerlerini üçe-beşe katlıyor? Türk halkı intihar mı ediyor? Yoksa birileri bizimle dalga mı geçiyor? “Büyük Ortadoğu Projesi” bir ABD-İsrail projesi. Bu projede 24-25 ülkenin rejimleri ve sınırları Irak’a uygulanan metotla değiştirilecek. Bu ülkelerin ekseriyeti Osmanlının 400 sene sulh ve sükun içersinde yönettiği halkı Müslüman ülkeler. Sınırları değişecek ülkeler arasında Türkiye’nin de olduğu ortalıkta dolaşan haritalarla artık iyice açığa çıkmış durumda. Türk halkı BOP’un tıpkı Irak gibi Türkiye’yi parçalayacağını biliyor ve yüzde 90 oranında BOP hayata geçmesin diye dua ediyor. Çünkü Irak’ın kuzeyinde ABD’nin PKK’ya şemsiye olması da BOP’un gereği. Hal böyleyken AKP Genel Başkanı Erdoğan tutuyor, “İnşallah BOP hayata geçer, Diyarbakır da BOP’un yıldızı olur”, Abdullah Gül ise, “Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygun. ABD ile hareket ediyoruz. Amacımız İslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek.” Diyor, diyebiliyor. İnsanın duyduklarına inanası gelmiyor! Sen hangi hakla Irak’ta camileri Haçlı kışlası haline çeviren ve neredeyse bir milyon mâsum insanı katleden, 4 milyon Iraklıyı ülkesini terke mecbur eden, insanları aç ve açık bırakıp misyonerleri Irak içlerine salarak Müslümanları karnı tokluğuna Hıristiyanlaştıran ABD ile birlikte diğer İslâm ülkelerini de Iraklaştırmaya Bu milletin yüzde 99’u AKP’nin bu icraatını onaylıyor mu? Mümkün değil. Öyleyse AKP nasıl hâla “Birinci Parti” gösteriliyor? Yoksa biri bizimle dalga mı geçiyor! İsrail, kurulduğu 1948’den 2007’nin şu gününe kadar Filistinli halkını her gün beşer onar katletmiyor mu? Katlediyor. İsrail’e bu cesareti veren kim? Elbette ki ABD’yi yöneten Yahudiler. Hakikat bu iken bu millet, 19. yüzyıl sonunda Theodore Herzl tarafından kurulan WJC’ye bağlı bir Yahudi Kuruluşu olan AJC’den Erdoğan’ın “Cesaret Ödülü” alması ve bu kuruluşun bugüne kadar sadece 10 ödül vermesi ve bu ödülü alanların içinde yalnızca Erdoğan’ın Musevi yahut İsrail kökenli olmaması Müslüman Türk halkının gurur duyduğu bir şey midir? Elbette hayır.. Yoksa birileri bizimle dalga mı geçiyor?
|
SEÇİM ÖNCESİ AKP , İSRAİL VE BARZANİ ÜÇGENİ -1-
Yalçın Güzelhan 14.07.2007
22 Temmuz seçimleri sıradan bir seçim değildir. Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin var ya da yok olma seçimidir. “Ne mutlu Türküm diyene bilincinde olupta” bu gerçeği gören her Vatan evladı, bu tehlikenin bertaraf edilmesi uğruna, bu güne kadar sürdürülen siyaset anlayışını bir tarafa bırakarak,Milletin birliğini ve Devletin bütünlüğünü korumak adına, bu görevi layıkı ile yerine getirebileceğine kanaat getirdiği, MHP çatısı altında toplanmaktadır. Siyasetle pek ilgisi olmayan Fenerbahçe eski Başkanı Ali şen dahi “Devlet Bahçeli dört dörtlük bir devlet adamıdır” diyerek, bu ortak doğruyu işaret etmiştir. Bu seçimin En önemli yanı, Parçalanmaya doğru hızla yol alan üniter yapımızın ve milli birliğimizin, bu tehlikeden korunmasıdır. Bilindiği üzere ABD, Büyük Ortadoğu Projesi ( BOP ) kapsamında, hem Petrol kaynaklarını ele geçirmek, hem de İsrail’in güvenliğini garanti altına alabilmek için bölgemizde ciddi bir savaş veriyor. Bu savaşın bizim açımızdan önemi; Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da eşbaşkanı olduğu bu projenin bizim güneydoğu bölgemizide içine alan büyük Kürdistanı kurmayı hedeflemesidir. Zira daha önce ABD senatosunda dağıtılan broşürler ve silahlı kuvvetler dergisinde yayınlanan haritalarla bu gerçek artık saklanamaz duruma geldi. Son olarakta Yunanistan da yayınlanan benzer bir harita ise, olayın üzerine tüy dikti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın BOP projesine aktif destek veriyoruz açıklamasının ardından, 12-01- 2007 tarihiinde Dış işleri konutunda Mısır Dışişleri Bakanı Ahmet Ebul Geyt ile bir araya gelen Sayın Abdullah Gül, görüşme sonrası yaptığı açıklamasında, Amerikan vatandaşlarının dahi ciddi tepkiler gösterdiği, Geoerge W. Bush’un yeni Irak stratejisinin ( Bu aynı zamanda BOP anlamına gelir ) başarılı olmasını istediklerini dile getirdi. Yani buradan çıkan sonuç; AKP hükümetinin hem bir numaralı, hemde iki numaralı isminin, Üniter yapımızı hedef alan böylesi bir projenin içerisinde aktif olarak yer aldığıdır. Irakın petrol yataklarının büyük çoğunluğunu barındıran Kuzeyinde kurulmakta olan Kürdistanın ordusuna çok sayıda PKK’lı teröristin de katıldığı iyi biliniyor. Bölgeyi bizzat ziyaret ederek gerçekleri gözlemleme şansı bulan AKP Balıkesir Millet vekili Turhan çömez’in bu konuda ki açıklamaları arşiv raflarındadır. Bilindiği Üzere Parasal kaynakları ABD tarafından temin edilen Barzani’nin peşmerge ordusunun, yapılanması ve eğitimi ise, İsrail tarafından sağlanıyor.Yani BOP projesinin ana dayanaklarından birisi de İsraildir. Başka bir deyişle İsrail Barzani’nin Diyarbakırımızı karıştırmak için güvendiği Peşmerge ordusunun kurucusu ve eğiticisi konumundadır. Bu Orduya ait Tanklar ise şu anda kuzey Irakta Türk Ordusuna karşı konuşlanmış durumdadır. Peki İsrail ile AKP arasında nasıl bir diyalog var ? diye sorarsanız, İsterseniz bunun cevabını da İsrail Büyük elçisi’nin kendi ağzından alalım. 8-09-2006 tarihinde Ankara da düzenlenen Türkiye İsrail ilişkileri ve İsrail’in Ortadoğu politikaları konulu konferasta konuşan Büyük Elçi Pinhas Avivi ” Türkiye İsrail ilişkilerinin Başbakan Tayyip Erdoğan döneminde geçmişte hiç olmadığı kadar iyi olduğunu” açıklıyor. İsrail ile Tayyip Erdoğan arasında özel bir yakınlığın olduğunu düşündüren çok fazla ip uçları var. Daha önce ABD’ deki Musevi cemaati ( JİNSA) tarafından Erdoğana verilen Yahudi cesaret ödülü ile, son olarak şubat 2007 de gerçekleşen İsaril Başbakanı Ehud Olmert ile Başabakan Erdoğan arsındaki görüşme, bunlardan sadece ikitanesidir. Önceleri sadece 1 saat olarak planlanan bu görüşme, nedense 2,5 saat sürüyor. İşin ilginç yanı Türkiye’nin üniter yapısını hedef alan BOP’nin temel ayaklarından birisi olan İsraille yapılan bu görüşmede, her ne hikmetse, zabıt yok…Dışişleri temsilcisi yok…Başbakanlık ya da başka bir kurum adına üçüncü bir kişi de yok. Oysa devlet geleneğimzde bunların hepisininde olması gerekirdi. Böylesi bir görüşmede ise mutlaka ama mutlaka olması gerekirdi. Bu durumda insan görüşmenin bu şekilde yapılması için mutlaka ciddi gerekçelerin olması gerektiğini düşünmekten, kendisini alamıyor. Türkiye Cumhuriyetinin kaderinin oylanacağı 22 temmuza günler kala, bu seçimde AKP’yi desteklediklerini açıktan ifade eden, Türkiye Cumhuriyetinin Üniter yapısını ve Milli birliğini hedef alan bu güçlerle, AKP arasındaki ilişkilere ışık tutmaya, bir sonraki makalemde devam edeceğim. Şimdilik hoşça kalın diyorum. http://www.ortadogugazetesi.net/makale_goster.asp?id=3496&yazid=24 |
R.T. ERDOĞAN´DAN NEOCON WOLFOWİTZE MEKTUP
Ramazan K. Kurt 15.06.2007
http://www.ortadogugazetesi.net/makale_goster.asp?id=3216&yazid=25 |
SÜRPRİZ RANDEVU
SABAHATTİN ÖNKİBAR 17 Temmuz 2001 … Musevi örgütünün başkani Abraham Foxman birkaç gündür Istanbul’da. Foxman emin olduğum bir kaynaktan dinlediğime göre Recep Tayyip Erdoğan’la görüşme için ülkemize gelmiş.” “ABD’li Musevi önder gelmiş gelmesine de, randevusu olmasına rağmen Tayyip’le başlangıçta görüşememiş. Bunun üzerine Abraham Foxman’ın Erdoğan’la olan randevusuna aracılık eden kamuoyunun tanıdığı isim (Cüneyt Zapsu) telaşlanıp soluğu Abdullah Gül’de almış. Cüneyt Zapsu misafirin ehemmiyetini anlatarak Tayyip Bey’i görüşmeye ikna etmesini istemiş. ADL’nin gücü ve önemini bakanlık günlerinden de bilen Abdullah Gül, dinlediğime göre Erdoğan’ıhemen aramış ve Foxman’la görüşmenin önemini anlatmış: “Tayyip’ten cevap: ‘Abdullah Bey bu insanların ehemmiyetini biliyorum ancak ya buluşma basına sızar ve görüşmemiz duyulursa ben ne yaparım? Hoca’nın taifesi ruhumu şeytana satmakla itham etmez mi beni?’ “Gül’den cevap: ‘Doğru böyle bir risk var ama görüşme gizli tutulur. Çok çok duyulursa, yalanlar kabul etmeyiz. Bu buluşma dışarıya vereceği mesajlar anlamında fevkalade önemli.’ “Erdoğan: ‘Evet öyle ama açıkçası yanlış yorumlanır diye ürküyorum. Adam hala İstanbul da mı?’ “Gül: ‘Evet, haber bekliyor.’ “Erdoğan: ‘Tamam o zaman görüşelim ama çok gizli tutmalıyız. Ayrıca merak ediyorum, bu adamlar neden ısrarla görüşmek istiyor.’ “ Buluşma Gerçekleşiyor Ve buluşma gerçekleşmiş… …
|
MUSA’NIN ÇOCUKLARI
ERGÜN POYRAZ (10. BASIM/Sayfa 67-72)
…Aylık “Bilgi ve Düşünce” Dergisi Eylül-2003 tarihli sayısında Bağımsız bir Kürt devleti fikrinin İsrail’i hiç rahatsız etmediğini” söyleyen Alon Liel’le bir söyleşi yapıyordu. Tayyip Erdoğan’ı sütre gerisinde yetiştiren isimlerden biri sayılan, AKP ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ı konu alan, ‘Demo-İslam :Türkiye’nin Yeni Yüzü’ adlı bir kitap yazan İsrail Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Dr. Alon Liel, AKP için, islam light’ benzetmesi yapıyordu Liel, Erdoğan için de aynı benzetmeyi yaptığını şu sözleri ile anlatıyordu: “‘İsrail’de bana “Erdoğan nedir?” diye soruyorlar. Ben de ‘İslam light’ diyorum. Bu, İslam’ın yeni bir versiyonu. Bu modern İslam’dır, ılımlı İslam’dır. Erdoğan, İslam’ın özel hayattaki yeriyle kamudaki yeri arasında bir duvar çekti’ diyordu…” Liel, “Yirmi beş yıldır modern Türkiye üzerinde çalıştığını belirtiyordu. İsrail Büyükelçiliğindeki görevleri nedeniyle 1977 ve 1981-84 yılları arasında da Türkiye’de bulunduğunu anlatıyordu. Alon Liel, kitabının yazımına AKP’nin kurulma sürecinde başladığını ve iktidara geldiği 3 Kasım seçimlerinden 4 ay sonra da tamamladığını söylüyordu. Liel’in “Erdoğan Din Devletine İzin Vermiyor” diyerek, BD Dergisine yaptığı AKP, Erdoğan ve Türkiye üzerine değerlendirmeleri şöyle yer alıyordu: “… Ben Türkiye’deki Batı, İsrail ve serbest piyasa yanlısı öğelerin Erdoğan’ı etkilemelerinden memnun oluyorum. Bunun böyle olacağını da biliyordum. Çünkü bu çağda ülke dini kurallar ile yönetilmez. Profesyoneller ile yönetilir ve onları dinlemesinden memnunum. İsrail’de ders verirken bana (Erdoğan nedir) diye soruyorlar. Ben de (İslam light) diyorum. Bu İslam’ın yeni bir versiyonu. Bu modern İslam’dır, ılımlı İslam’dır. Erdoğan, İslam’ın özel hayattaki yeriyle kamudaki yeri arasına ‘ bir duvar çekti. Bu ihtiyacımız olan şeydi. İsrail’de bazı kişiler ülkenin Tevrat’la yönetilmesini istiyor. Böyle birşey olamaz. Erdoğan, İslam’ın ülke yönetimine etki etmesine müsaade etmedi. Biliyoruz iki AKP’de bazı insanlar İslam’ın idarede rol oynamasından memnun olacaktır. Erdoğan ve Gül bunu engelliyor…” Alon Liel Demirel ile Erdoğan’ı karşılaştırmayı da ihmal etmiyor, Erdoğan’ın Özal’a benzediğini iddia ediyordu: “…İki yıl önce Demirel, İsrail’e geldi. Öğlen yemeğine giderken, Demirel bana, “Ben gelemem oruçluyum” dedi ve orucunu bozmadi. Bir de Erdoğan’a bakın. Berlusconi ile öğlen yemeği yiyor. Bence bu Erdoğan tarafından verilen önemli bir mesajdı. Kendisi uçakta alkole de izin verdi. Erbakan böyle birşeye müsaade etmemişti. Bu farklı liderlik şekli beni çok etkiledi…” Erdoğan’ı sevmeyenler bile Özal’a benzerliği olduğunu söylüyor. İkisi de pragmatik ve mantıklı politikacılar. Erdoğan gibi Özal da diğer siyasi liderlere oranla daha dindar…” Mossad Ajanı Yahudi Alon Liel yetiştirdiği öğrencisi için “Erdoğanizm” masalı uydurmayı ihmal etmiyor, böylece Erdoğan da Allah rızasından basın danışmanının soyundan geldiğini iddia ettiği Musa’nın yoluna dönüyordu: “…Erdoğanizm’i demokratikleştirilmiş Kemalizm olarak görüyorum. Erdoğanizm teriminin kullanımı için biraz erken olsa da Erdoğanizm, Kemalizm’in güncelleşmiş bir versiyonu. Bu benim iddiam. Türk halkının belli bir bölümü ki, bunlar eskiden RP, son olarak da FP’ye oy verdiler, Erdoğan iktidar olduktan sonra kendilerini TC, Atatürk ve Kemalizm ile birlikte tanımlama fikrine daha yaklaştılar…” İsrail’in Türkiye özel uzmanı, Yahudi Alon Liel: “Demo-İslam: Türkiye’nin Yeni yüzü” adlı, İbranice kitabında “Tayyip Erdoğan’ı 10 yıl öncesinden keşfettiklerini” söylüyordu. Liel, Tayyip’in Yahudi cemaatiyle arası iyi olduğunu söylüyor ve şunları aktarıyordu: “Türkiye’deki Yahudilerin yüzde 90’ı İstanbul’da yaşıyor. Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı’ydı. Yahudi cemaati lideri Bensiyon Pinto’nun, Erdoğan ile görüştüğünü biliyorum, Erdoğan ile Yahudi cemaati arasında iyi bir temas vardı. Diğer yandan Türkiye şunu biliyor ki, İsrail ile ilişkiler, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri açısından büyük öneme sahip. Dolayısıyla, İsrail ile ilişkiler sadece ordu ve laikler açısından değil, bütün Türkiye açısından önemli…” Yahudi Liel, tezkerenin kabul edilmemesini şöyle yorumluyordu: Amerikalıların hislerini anlıyorum. Bilhassa Wolfowitz, Perle gibi Türkiye’yi destekleyen, ancak tezkere şokuyla karşılaşan insanların hislerini anlıyorum. Bu, sevdiğiniz kızın size hayır demesi gibi bir durum. Hissiyatları yatıştığında Türkiye’yi reddetmeyeceklerdir..,” ÂBD’nin eski Ankara Büyükelçisi, aynı zamanda CIA’nın Türkiye ve Ortadoğu stratejisti Yahudi, Mason Morton Abramowitz, Tayyip Erdoğan’ı Refah Partisi İstanbul Beyoğlu İlçe Başkanı iken keşfediyordu. Bu keşiften sonra Erdoğan, ilçe başkanlığından il başkanlığına, oradan belediye başkanlığına ve derken parti kurulup başbakanlık adaylığına varan hızlı yükseliş tirendi başlatılmıştır. Bu koşuda medya desteği de eksik olmamıştı. Erdoğan’ın, Abramowitz’le Kasımpaşa’daki özel bir vakıfta başlayan tanışıklıkları, belediye başkanı seçilme öncesi ve sonrası Belediyenin Florya tesislerindeki görüşmelerle devam etmiş, ardından Tayyip Erdoğan’ın Amerika ziyaretleri yoğunlaşmıştı. İlk defa 17-21 Nisan 1995’te başlayan, 26-30 Temmuz 1996 Atlanta, daha sonra 17-22 Kasım 1996 Miami Florida, 21-24 Aralık 1996 Dayton Pittisburg, cezaevine girmeden hemen önceye rastlayan 1 Mart 1998 ve yine 16 Temmuz 2000 tarihlerinde tekrarlanan ABD gezileri bunların bazılarıydı. Bu arada 9-13 Haziran 1995 İngiltere, 3-7 Kasım 1997 yine İngiltere gezileri ile başlayan Almanya, Fransa, Dubai, İtalya gezileri ise parti kurma ve destek arayışlarının bir başka turlarıydı. CIA Ortadoğu ve Türkiye Masası Şefi, Mason, Yahudi Morton Abromowitz 15 Ekim 1996 günü Tayyip Erdoğan’ı Belediye makamında ziyaret ediyordu. Erdoğan, Abromowitz’in olumlu ve sıcak mesaj getirdiğini söylüyordu. Abramovvitz: “Siz İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz!…” diyordu. Abramovvitz’in bu sözleri gazetelerde yer alıyordu. Abramovvitz ise zaten bu tezgâhı çok önceden ve Ertuğrul Özkök’ün köşesinden şöyle açıklamıştı: Abramovvitz 1994 yılında Hürriyet Gazetesi’nde Ertuğrul Özkök’e “Evet, kravatlı ve daha şehirli kılıklı (!) görünen Erdoğan’ı, Erbakan’a tercih ederiz” diyerek, Erdoğan’a desteklerini bildiriyordu. Türkiye’nin geleceği için Tayyip Erdoğan’ı çok önemli gören Abromovvitz gittiği her ülkeden kovulan bir isimdi. Abromowitz’in kartvizitinde; Amerika’nın Ankara eski Büyükelçisi, CIA Ortadoğu ve Türkiye Masası Şefi, “Mason” sıfatına ek olarak sık sık MOŞSAD ajanı suçlamaları taşımasının yanında ırk bilinci yüksek bir Amerikan Yahudisi olma özelliklerini de bulunduruyordu. ABD Dışişleri İstihbarat ve Araştırma Müsteşar Yardımcılığı görevlerinde de bulunan Abromovvitz, Amerikan ve İsrail istihbarat örgütleri arasındaki koordinasyonu sağlamakla görevliydi. Abromovvitz; “Kürt sorunu kendi haline bırakılamaz” diyerek, Türkiye’nin parçalanabileceği şeklinde hezeyanlarda bulunuyordu. Abromovitz’in gözünde; “Türkiye’de otuzu aşkın etnik gurup var. Biz bu etnik guruplardan bir mozaik oluşturacağız” diyen Tayyip Erdoğan bulunmaz bir nimetti. Zira Erdoğan’ın da, Türk kelimesini duyunca adeta tüyleri diken diken oluyordu. Bu kinini Almanya’nın Ausburg kentinde yaptığı konuşmasında kusuyordu: “Sen Ne Mutlu Türküm Diyene dersen, Öbürü de ne diyecek Ne mutlu Kürdüm Diyene” diyecektir…” Abromovvitz’in, Tayyip’e güveninin boş olmadığı her olayla kanıtlanıyordu. 7 Mart 2002 tarihinde gerçekleştirilen Talabani-Erdoğan görüşmesi sırasında bu durum bir kere daha ortaya çıkıyordu. “21. Yüzyıl diktatörler çağı olmamalıdır. Sağlıklı bir demokrasilaik bir anlayışı gerçekleştirebilirsek, bu münasebetlerimize katkı sağlar. Halkın katılımcılığını çok anlamlı buluyorum. Irak’tan ve Kürdistan’dan aldığımız bilgiler bizleri memnun etmiştir…” Tayyip’in bu konuşmasını yapması tesadüf değildi. Zira yine aynı gün; Fransa’nın madamı Daniella Mitterant başkanlığında, Heinrich Böll arşivi yöneticisi Viktor Böil ve Türkiye’nin doğusunda ‘Kürt Devleti’ hayalleri kuran bir kısım bölücü dernek yöneticileri ve Yahudi işadamları ‘Kürtçe Eğitim Yapılsın’ kampanyaları başlatıyordu. Tayyip’in Amerikalı destekçileri arasında “Yenilikçi hareket, Türkiye’deki İslamcıların öncüleridir” sözleri ile yer alan bir diğer kişi de, CIA Türkiye ve Ortadoğu Masası şeflerinden Graham Fuller’di. Fuller de selefleri gibi Yahudi ve Mason’du. Graham Fuller; Atatürk ve Kemalizm’in artık devrini tamamladığını iddia ediyor, ‘Türkiye, Kürtlere özerklik vermelidir. Böylece Türkiye’deki Kürtlerle, Kuzey Iraktakiler bütünleşebilir’ diyordu. |
TAYYİP ERDOĞAN’I YAHUDİLER HAZIRLADI !!! JİTEM
İsrail Dışişleri Bakanlığı Eski Müsteşarı Alon Liel’le yapılan bir ropörtajın tam metni… -Demo-İslam: Türkiye’nin Yeni Yüzü” adlı bir kitap hazırladınız. Bugünlerde İsrail İbranice Tayyip Erdoğan, 8 yıldır ilgi alanımdaydı. 2 yıla yakın kitap üzerinde çalıştım. -Erdoğan’da neydi dikkatinizi çeken? 25 yıldan beri modern Türkiye konusunda çalışıyorum. Türkiye’ye ilk kez diplomat olarak 1977′de geldim. Atatürk ve Kemalizm konusunda çok çalıştım. Atatürk’ün çok popüler olduğunu gördüm. Ancak Kemalizm o kadar değildi. Gittiğim her yerde Atatürk vardı, ama Kemallizm sorunluydu. Dindar halk kendini Kemalizm ile tarif etmekte güçlük çekiyordu.. Kemalizm, ‘laik fundamentalizmi’ gibi bir şey oldu. 21. yüzyıla girerken Kemalizmin kendini güncellemesi gerekiyordu. Ben Erdoğan’ın kendini Kemalizmle tanımlayamayan halkı merkeze taşıdığını görüyorum. Bu Türk demokrasisi için olumlu bir gelişme. -Erdoğan’ı, zaferinden önce çalışmaya başlamanız bir Yahudi öngörüsü mü? Son beş yıl içinde kamuoyu araştırmalarında ön sırada yer alıyordu. 3 Kasım’dan zaferle çıkması sürpriz olmayacaktı. Bu iktidar değişiminin, eskilerinden çok farklı olacağını düşünüyordum. İktidarın, DYP’den ANAP’a geçmesi değildi. Bu, hemen hemen bir devrimdi, bir ideolojik değişimdi. AK Parti sadece yeni bir parti değil, yeni bir ideolojidir. -Türkiye’de ‘Erdoğan olgusu uzun süre kuşkuyla karşılandı. Birçok insan Erdoğan’ın yaptıklarının bir taktik olduğunu, takiyye yaptığını düşünüyordu. Ancak ben Atatürk ile Kemalizm arasındaki mesafenin giderek açıldığını gördüm. Kemalizmin bu haliyle Türkiye’yi AB’ye taşıyamayan bir ideoloji özelliği gösteriyordu. Özellikle demokrasi, askerin siyasetteki rolü ve insan hakları konusunda kendini güncellemesi gerekiyordu. Ben Erdoğan’ın Kemalizmi güncelleştirecek kabiliyete sahip olduğunu düşünüyorum. Bu potansiyeli “Erdoğanizm” olarak tanımladım. -Erdoğan’ı iktidara taşıyan süreçte Yahudi Lobisinin etkisinin olduğu iddia edilmişti. Sizin ABD’nin Erdoğan’a olumlu bir tavırla yaklaştığını da gördük. Türk halkı istediğini değiştirebiliyor, gelinen noktayı beğenmiyorsunuz ve bunun sonucu siyaseti yeniliyorsunuz. Bu nedenle New York Times, Washington Post, ona bir şans verdi. Demokrasiye inanan kişilerin Erdoğan’ın zaferi konusunda hararetli olacaklarını düşünmüyordum. Çünkü bu gerçek bir zaferdi. Ben bunun Yahudilerle ilgili veya başka bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’deki Yahudilerin yüzde 90′ı İstanbul’da yaşıyor. Erdoğan, İstanbul belediye başkanı idi. Yahudi Cemaati lideri Bensiyon Pinto’nun Erdoğan ile görüştüğünü biliyorum. Erdoğan ile Yahudi Cemaati arasında iyi bir temas vardı. Fakat 20 bin nüfuslu bir Yahudi cemaati, 70 milyonluk bir ülkede siyasi açıdan büyük rol oynayamaz. Bu karar, Türk halkının, sadece yeni bir siyasetçi değil, yeni bir ideoloji getirme -Nedir Erdoğan’ın büyük değişimi? Gül ve Erdoğan Fazilet’in ılımlı yarısını alarak yeni bir parti kurdular, oyların üçte birini aldılar. Türk halkı böyle bir çıkışı, ılımlı İslamı bekliyordu. Erdoğan ve Gül, ılımlı İslami görüşle çıkagelince halk bu projenin üzerine atladı. -Erdoğan’ın iktidara yürüyeceğinden nasıl emin oldunuz? Bir çok kişi Başbakanlığın Ordunun Erdoğan’ı durdurmayacağından emindim. Evet ordu, demokrasiyi ve laikliği koruma konusunda kararlıydı ve hala da öyle; ancak şundan da emindim k,i Türk ordusu Türkiye’nin Batı’nın bir parçası olma şansını heba etmek istemez. Erdoğan’a karşı şiddetli bir tavır sergilemeleri halinde, bunun Türkiye’nin AB’ye giriş şansını kaçırması anlamına geldiğini biliyorlardı.. -Neden Türkiye, neden Erdoğan? 1981-1984 arası Ankara’daydım. Türkiye’yi iyi biliyorum. İsrail, etrafı Arap ve Müslüman ülkelerle çevrili. İsrail gibi demokratik, kapitalist, laik batı yanlısı bir ülkenin bu çevrede yaşaması zor. Bunun için her anlamda büyük bedel ödüyoruz. Aniden Türkiye’de İslam ile demokrasinin bir arada olabileceği şansını görünce, neden bu Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak’ta da olmasın dedik. Bu ülkelerin de, Türkiye gibi olması halinde karşımızda çok farklı bir Ortadoğu olurdu. İsrail’de insanlar çocukluklarından itibaren İslam ile demokrasinin asla birlikte olamayacağını öğrenerek büyürler. İslam ve Arap dünyasında demokrasinin şansının olmadığı öğretilir onlara. Ancak şimdi karşımızda böyle bir şans duruyor. Türk demokrasisi Ortadoğu için bir zenginlik. İsrail, kendisini bir demokrasi olarak görüyor ve Türkiye’nin de güçlü bir demokrasisi olmasını istiyor. Bizde de fundamentalist yahudiler var, onları demokratik hayatın içine katmaya çalışıyoruz. -3 Kasım öncesi, Erdoğan’ın iktidara gelmesi halinde Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerde bir geri Bir insan, başbakan veya dışişleri bakan olduğunda, profesyonelleri, ekonomistleri, iş adamlarını, askerleri dinler ve ülkenin menfaatleri çerçevesinde görüşleri değişebilir. Nitekim öyle de oldu. Erdoğan, iktidara gelişinin ilk haftasında Şaron’un terörist politikalarından bahsetti. Şoka girdik. Ancak geride kalan sekiz ayda bir daha böyle bir şey demedi. Erdoğan’ın, Yılmaz veya Çiller kadar İsrail’e karşı olumlu bir tutumu olmadığını biliyordum. Gül’de aynı. Gül’ün son 10 yılda İsrail konusunda söylediği bütün sözleri gözden geçirdim. Hepsi olumsuzdu. Ancak biz demokratik İslam’ın İsrail-Türkiye ilişkilerinden çok önemli olduğunu biliyorduk. Bunun bütün Ortadoğu için önemli olduğunu biliyorduk. Eğer Erdoğan, Müslüman Türkiye’de demokrasiyi güçlendirir, ülkeyi AB’ye sokarsa, bunun bütün Ortadoğu için muazzam anlamı olur. Genelkurmay Başkanı Özkök İsrail’e geldiğinde Türkiye’den bir profesör bana şunu söyledi: ‘İsrail ile ilişkiler Türk ordusu için o kadar önemli ki; AK Parti buna dokunamaz.’ -Hem ‘büyük değişim’, hem de ‘kurulu düzen etkisi’ altında kalmak çelişki değil mi? Erdoğan’ın söylemini değiştirdiği başka konular da var. Türkiye’deki Batı yanlısı, İsrail yanlısı ve serbest piyasa yanlısı öğelerin Erdoğan’ı etkilemelerinden memnunum. Erdoğan’ın orijinal ideolojisi, Kemalizm ile karışım halinde. İsrail’de ‘Erdoğan nedir’ diye sorduklarında, ‘İslam light’ diyorum. Bu İslam’ın yeni bir versiyonu. Fundamentalizmin terörizmle karıştığı bir Ortadoğu’da yeni bir soluğa ihtiyaç vardı. Bu modern, ılımlı İslamdır. Erdoğan, İslam’ın özel hayattaki yeriyle kamudaki yeri arasına bir duvar çekti. Bu ihtiyacımız olan şeydi. İsrail’de de bazı kişiler ülkenin Tevrat ile yönetilmesini istiyor. Erdoğan, İslam’ın ülke yönetimine etki etmesine müsaade etmedi. -Demo-İslam ile İslami Demokrasi arasında ne gibi bir fark görüyorsunuz? Bu konuda Cüneyt Ülsever’in görüşüne yer veriyorum. İran örneğinde İslam demokrasiyi idare ediyor. Demokratik İslam’da ise demokrasi İslamı kamu yaşamında idare ediyor. Demo-İslam kavramını Avrupa’daki Hıristiyan Demokratlar ile mukayese edebiliriz. Demo-İslam’da ülke Müslüman bir ülke; ancak kamu alanında demokrasi birincil durumda. ‘Erdoğanizm’min, Kemalizm’i İslam’la barıştıran, hatta onu daha da demokratikleştiren bir revizyon olduğunu söylüyorsunuz. Bu fikrinizi Kemalistlerle tartıştınız mı? Bir çoklarıyla konuştum; ancak çoğu Erdoğan konusunda benimle aynı fikirde değildi. Çoğu onun gerçek niyetini yansıtmadığını söyledi. Bazıları ise benimle aynı fikirleri paylaştılar. -Sizinle aynı fikirleri paylaşanlar gerçekten Kemalist mi? Evet. Bunlar, Atatürk’ün bugün yaşaması halinde Kemalizmi farklı şekilde inşa edeceğini söylüyor. Atatürk dahi bir kişiydi; ancak o günden bugüne çok şeyler değişti. Atatürk’ün bugün geçmişten daha az hayranlık uyandırdığını düşünmüyorum. Atatürk bugün yaşasaydı, Kemalizmi günceller ve bunu bilhassa demokrasi alanında yapardı. Tezinize göre, Erdoğanizm Kemalizm’in yaşamaya devam etmesini sağladı. AB kapısında Kemalizm ölmeye yüz tutmuştu ve Erdoğanizm bir tür can simidi oldu. Erdoğanizmi, demokratikleştirilmiş Kemalizm olarak görüyorum. Erdoğanizm, kemalizmin güncellenmiş bir versiyonu. Erdoğan iktidara geldikten sonra, Atatürk’ün halk arasındaki popülaritesi arttı. Bana göre, Türk halkının belli bir bölümü, ki bunlar eskiden Refah, son olarak da Fazilet’e oy verdiler, Erdoğan iktidar olduktan sonra kendilerini Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk ve Kemalizm ile birlikte tanımlama fikrine daha yaklaştılar. -Yani 28 Şubat’ta oluşan hava dağıldı mı? 28 Şubat Türk demokrasisi ve özellikle de Türk ordusu için kara bir gündür. Bir darbe aldatmacasıdır. Başbakanın darbe ile devrilmesi Kemalist düşünce için de iyi bir şey değildir. – İsrail’in Türkiye’de demokrasinin gelişmesinden yana olduğunu söylediniz. 28 Şubatı yapan kadroların İsrail-Türkiye ilişkilerini en çok geliştiren kişiler olması konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu insanlar darbeyi İsrail ile olan ilişkilerden dolayı yapmadı ki. Son 10 yılda Türkiye İsrail için, ABD’den sonra ikinci büyük öneme sahip ülke. Dolayısıyla Türkiye’de ne olup bittiği bizim için çok önemli. -Erdoğan’ın Ramazan günü Berlusconi ile yemek yemesini sembolik anlam yüklüyorsunuz. İki yıl önce İsrail Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı iken Micthel Komitesi ülkemize gelmişti ve Demirel de bu komitedeydi. Başbakan Şaron’un da katıldığı 3 saatlik bir toplantıdan sonra öğlen yemeğine gidiyorduk. Demirel bana, ‘ben gelemem oruçluyum’ dedi, başka bir odada bekledi. Erdoğan ise, seferilik hakkını kullandı, Berlusconi ile öğlen yemeği yedi. Uçak da alkole izin verdi. Erbakan böyle bir şeye müsaade etmemişti. Erdoğan böyle yapmakla dünyaya kendisinin farklı olduğu yönünde çok güçlü ve cesur bir mesaj verdi. Bunlar bende, artık Türkiye’de yeni ve farklı bir liderle karşı karşıya olduğumuz düşüncesi uyandırdı. Erdoğan kendisine tanınan krediyi hak etti. -Erdoğan’ın İslam’ını ‘reformistten çok deformist’ gördüğünüzü belirterek, Erdoğanizm’in Şu an biz Irak’ta Amerikanın elde ettiği zaferden dolayı Ortadoğu’da çok dramatik bir durumla karşı karşıyayız. Amerikalılar Irak’ta 3-5 hatta 10 sene kalabilir. Ben, Irak’ın Amerika olacağını söylemiyorum; ancak inanılmaz bir şans. Türkiye’nin ılımlı, modern İslam modeli sadece Irak’ta işe yarasa ve 10-20 yıl içinde Irak Türkiye’ye benzese bile muazzam bir iş başarılmış olur. İslam dünyasının genel olarak kemalizmi laikliğinden dolayı reddettiğini biliyorum. Türkiye’nin Arap ülkeleri için bir model olmadığını da biliyorum. Ancak Ortadoğu’da bazı şeyler değişiyor. Amerika, Doğu Avrupa’yı değiştirdiği gibi Ortadoğu’yu da değiştirmekte kararlı görünüyor. Veda yemeğinde Robert Robertson, “20 yıl önce size Doğu Avrupa’yı değiştireceğimizi söylediğimizde bize inanmıyor, onlar Komünist diyordunuz. Bakın değiştirdik. Ortadoğu’da da bize bir şans verin. Burayı da değiştirelim.” dedi. Bana göre, Türkiye, İslam dünyası için demokrasi ve modernizm modelidir. -ABD, bir yandan Irak’da demokrasi götürmeye çalışırken bir yandan da Türkiye’yi Bu geçici bir durum. Hislerle hikmeti birbirinden ayırmak gerekir. Bush’un, Powell’ın ve hatta Wolfowitz’in hayallerine baktığımızda, Türkiye gibi bir Irak, bir Suriye, bir İran, bir Suudi Arabistan’ı, görüyoruz. Hayal edilen şey budur. Hissiyatları yatıştığında Türkiye’yi reddetemeyecekler. -Erdoğanizm’in temelde bir ‘iç ideoloji’ olduğunu ve Türkiye’nin iç politikasını Türkiye’de, siyasetçiler ile ordu arasındaki ilişkilerin, demokratik bir şekilde Parlamento karar verecek ve ordu da ona uyacaktır. MGK’da yapılan değişikliklere bakın, işler normalleşecek. Biliyorum, Erdoğan’dan hoşlanmayan ve onun değişmesini isteyenler var. Ancak, Türkiye için en kötü şey böyle bir değişikliğin askeri darbe ile yapılmasıdır. -Erdoğan’ın seçimlere girememesini ‘Demokrasi’nin kara günü’ olarak adlandırmışsınız. Bunu yazdığımda, Avusturya’da Haider ırkçılıkla suçlanıyordu, İspanya’da ise Bask’ta ise terör suçlaması vardı. Erdoğan’da ise ne ırkçılık ne de terörizm vardı. Erdoğan’ı hapse attıran şiiri İbranice’ye çevirdim. Üzerinde çok düşündüm; ancak bu Erdoğan’ı hapse götüren iddiaların içini dolduran bir şiir değildi. Bizdeki dindar insanlar daha vahim şeyler söylüyorlar. Hiçbir demokrasinin bir şiirle yıkılmayacağını biliyorum. -Demo-İslam’ın şansını tartışırken bir soru ortaya atıyorsunuz; Maapah veya Maapeha, Bana göre bu normal bir değişim değil. Bunu bir ‘AK Parti devrimi’ olarak adlandırmak için erken; ancak bu devrimden çok uzakta değil. Olumlu yönde devrimsel bir potansiyel olduğunu düşünüyorum. Bu demokrasiyle gelen bir devrim. http://jitem.wordpress.com/2007/06/15/tayyip-erdogani-yahudiler-hazirladi/ |
ADL
ERDOĞAN’IN İLİŞKİ ve İŞBİRLİĞİNDE BULUNDUĞU, HATTA ÖDÜL ALDIĞI SİYONİST ÖRGÜT: *** ADL; Lobinin Toplumsal Denetim Mekanizması
HARUN YAHYA
Amerikalıların çoğu ADL’nin (Anti-Defamation League of B’nai B’rith) adını duymamıştır, ancak duyanlar, örgütün ne denli güçlü ve “belalı” olduğunu bilirler. Bu nedenle de ellerinden geldiğince ADL’ye “bulaşmamaya” özen gösterirler. Çünkü örgüt uzun yıllardır bir tür düşünce polisi olarak çalışmakta, İsrail aleyhine konuşan Amerikalıları çeşitli baskı ve yıldırma yöntemleriyle susturmaktadır. ADL, sözde Yahudileri aşağılanmaktan kurtarmak, yani Yahudi düşmanlığı ile savaşmak için kuruldu. Ama örgüt, İsrail ya da Amerikalı Yahudiler hakkında söylenen en ufak bir sözü bile “Yahudi düşmanlığı” olarak algılıyor ya da gösteriyordu. Geçmiş yıllarda yüzlerce Amerikalı ADL tarafından; antisemit, ırkçı, neo-Nazi ve de psikopat olmakla suçlanmış ve Yahudi kontrollü medya tarafından da damgalanmıştır. Amerika’daki Yahudi lobisinin etkisine karşı koymak için kurulduğunu ilan eden “Liberty Lobby” (Bağımsızlık Lobisi) adlı kuruluş, yayınladığı White Paper on the ADL adlı kitapçıkta, ADL’nin İsrail Devleti ve Mossad’la olan ilişkilerinden söz eder. Bu konuda ortaya çıkan bilgiler, ADL’nin Mossad’ın bir uzantısı olduğunu göstermektedir. Kitapçıkta, bu noktadan hareketle bir önemli bağlantı daha kurulur; ADL ve Jewish Defence League adlı örgüt arasındaki ilişki!… Jewish Defence League (Yahudi Savunma Birliği), son derece radikal, hatta terörist bir örgüttür. Haham Meir Kahane tarafından kurulan ve İsrail’de de “Kach” adı altında örgütlenen JDL, başta Araplar olmak üzere tüm “İsrail düşmanları”na hem Amerika’da hem de İsrail’de pek çok kanlı saldırı düzenlemiştir. (Kahane’nin ölümünün ardından bir de “Kahane Chai” adlı ikinci bir fraksiyon doğdu). Örgütün sloganı “en iyi Arap, ölü Arap’tır” şeklinde özetlenir. 1994 yılında El-Halil kentindeki İbrahim Camii’nde namaz kılan Müslümanları topluca tarayan Baruch Goldstein de bir Kahane müridiydi. Bazıları, faşist yöntem ve ideolojisi nedeniyle JDL’yi ve onun türevi olan diğer bazı Yahudi örgütlerini, “judeo-Nazi” olarak tanımlamaktadır. Bu noktada önem kazanan soru, JDL’nin bu terörist faaliyetlerinin İsrail devleti ile bir ilgisi olup olmadığıdır. JDL’nin terörist faaliyetleri, yıllar boyu hem İsrail otoriteleri, hem de Yahudi lobisinin önde gelenleri tarafından kınanmakta ve bu terörist örgütün İsrail ve lobiye rağmen eylem yaptığı vurgulanmaktaydı. Oysa bu açıklamalar, yalnızca göz boyamak içindi; JDL İsrail yönetiminden ve Mossad’dan aldığı emirleri uyguluyordu. Bu gerçek, Amerikalı Yahudi gazeteci Robert I. Friedman’ın Kahane’yi konu edinen The False Prophet adlı kitapta delillendirildi. Kahane ve örgütünü yıllarca incelemiş olan Friedman, JDL’nin ilk kurulduğu günden bu yana üçlü bir komite tarafından yönetildiğini ortaya çıkardı. Bu üçlü komite, örgütün görünüşteki lideri olan Kahane’ye direktif vermekteydiler. Üçlü komitedeki isimler ise oldukça ilginçti: Örgüt kurulduğunda Mossad operasyon şefi olan ve sonradan Başbakanlığa kadar yükselen Yitzhak Şamir, sağ kanat İsrail politikacısı ve Gush Emunim’in önemli ismi Geula Cohen ve ADL’nin üst düzey yöneticilerinden Bernard Deutch!… Bu üçlü komitenin JDL’yi yönlendirmelerinin bir örneği, 1969 yılında İsrail’den örgüte yollanan hedef değişikliği emriydi. O tarihe kadar Amerika’daki zenci örgütlerine karşı eylem düzenleyen Kahane, Ocak ayında Tel-Aviv’den gizlice gelen bir kurye ile görüşmüştü. Kurye, Kahane’ye artık bir numaralı hedef olarak Sovyetler Birliği temsilciliklerini belirlemeleri gerektiğini söylemişti. Sebep, Sovyet yönetiminin ülkedeki Yahudilerin İsrail’e göç etmesine izin vermemesiydi. Kahane’ye bu mesajı gönderenler, Friedman’ın deyimiyle “İsrailli ve Amerikalı Yahudi iş adamları, emekli İsrail subayları ve üst düzey Mossad görevlilerinden oluşan bir grup”tu. Kurye, JDL militanlarına Mossad tarafından İsrail’de askeri eğitim verileceğini de haber vermişti. Sözkonusu eğitimin idaresini üstlenen kişi ise o zaman Mossad subayı olan Yitzhak Şamir’di. Tüm bunlar, bize, JDL’nin gerçekte Mossad tarafından perde arkasından yönetildiğini göstermektedir. Diğer bir Mossad uzantısı olan ADL ise doğal olarak JDL’yle gizli bir işbirliği içindedir. ADL yöneticisi Bernard Deutch’un JDL’yi koordine eden üçlü komitede yer alıyor oluşu, bunun bir diğer göstergesidir. Eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky de, Mossad’ın; Kahane takipçileri, ADL ve hatta AIPAC ve UJA (United Jewish Appeal) ile “direk bağlantılar” içinde olduğunu yazar. ADL ve JDL arasındaki işbirliği ise hedef gösterme ve vurma yönünde bir işbölümü niteliğindedir. White Paper on the ADL’de, ADL’nin Amerikan toplumu içinde “Yahudi aleyhtarı” olduğuna karar verdiği kişi ve kurumları tespit edip “kara liste”ye aldığını, bu listedeki isimlerinde JDL militanlarının saldırılarına hedef olduğuna dikkat çekiliyor. JDL’nin fiili saldırıları ile karşı karşıya kalanlar arasında, en başta Müslüman ve Arap kuruluşları ya da “Yahudi Soykırımı”nı yalanlayan Institute for Historical Review gibi (bkz. 5. bölüm) akademik merkezler yer almaktadır. Bu hedefler, ADL tarafından belirlenmekte, JDL tarafından vurulmaktadır. Bir başka deyişle, Jewish Defence League, bir anlamda ADL’nin “cephe” fraksiyonu, bir tür “ADL- C”dir.
ADL’nin hedef göstermek için seçtiği Amerikalılar ise oldukça ilginç bir yöntemle tespit edilir: Örgüt, “İsrail düşmanları”na karşı daha etkin mücadele etmek için, yasadışı bir “fişleme” yöntemi uygulamış ve bunun için de FBI ve CIA’dan bazı görevlileri rüşvetle satın almıştır. Bu konu, 1993 baharında patlak veren bir skandalla ortaya çıktı. 8 Nisan’da California eyaleti polisleri, ADL’nin Los Angeles ve San Francisco şubelerine baskın düzenlemiş ve tüm evraklara el koymuştu. Aynı gün savcılık 800 sayfalık bir soruşturma raporunu basına dağıttı. Ancak hiçbir etkili medya kuruluşu konu hakkında haber yapmadı. Oysa soruşturma sonucunda ortaya çıkan bilgiler çok ilginçti: ADL, yaklaşık 100 politik organizasyon ve 10 bin Amerikan yurttaşı hakkındaki son derece özel bilgileri, kanunları ihlal ederek, hem de FBI ve CIA’nın cesaret edemediği yöntemleri kullanarak dosyalamıştı. Bunun için de FBI’da görevli olan pek çok istihbaratçıya rüşvet vermişti. Bu FBI mensupları, zaman zaman ADL tarafından İsrail’e düzenlenen bedava turlara da katılıyorlardı. Aslında ADL’nin FBI’yla ilgisi, 1960’lı yıllardan beri sürüyordu. II. Dünya Savaşı’nın ardından ADL yöneticileri ile FBI şefi Edgar J. Hoover arasındaki çok yakın bir ilişki kurulmuştu. 1960’lı yıllarda ise ADL, siyah lider Martin Luther King hakkında elde ettiği bilgileri Hoover’a ileterek FBI için ajanlık yaptı. (O sıralar “insan hakları savunucusu” gözüken ADL, Martin Luther’le çok içli-dışlıydı). Edgar Hoover’ın yüksek dereceli bir mason, hatta “Tapınakçı” ve de homoseksüel olduğuna ise bir önceki bölümde değinmiştik. ADL’nin bir başka kirli yöntemi daha vardır: Yapay antisemitizm üretmek… Bu örgütün Amerika’da antisemitizmle savaşmak iddiasıyla kurulduğunu belirtmiştik. Yaptığı düşünce kontrolünün, İsrail’i eleştirenler üzerinde kurduğu baskının tek dayanağı, “antisemitizm tehdidi” iddiasıdır. Dolayısıyla ADL, antisemitizmin varlığına muhtaçtır. Bu yüzden de, antisemitizm olmadığı yerde, onu üretme yoluna gitmektedir. (Bu geleneksel yöntemin İsrail devleti tarafından da yoğun olarak kullanıldığını bir sonraki bölümde göreceğiz.) ADL’nin ürettiği yapay antisemitizmin ilginç bir örneği, ADL üyesi Arnold Forster’in yıllar önce bir sinangogun duvarlarına gamalı haçlar çizerken yakalanmasıydı. Benzer taktikler ADL’nin “cephe” örgütü JDL tarafından da kullanılmaktadır: Associated Press’te yer alan bir habere göre, JDL’nin Batı Yakası liderlerinden Irving Rubin, kuzey Hollywood’da Beth Sar Shalom adlı Yahudi dini merkezinin bombalanması olayında rol oynadığına dair ipuçları üzerine tutuklanmış, delil yetersizliğinden serbest bırakılmıştır. ADL’nin yapay antisemitizm üretmek için kullandığı kanallardan birisi de, az önce değindiğimiz gibi bir B’nai B’rith-masonluk ürünü olan Ku Klux Klan’dır. The Ugly Truth about the ADL’de, ADL’nin Ku Klux Klan gösterileri düzenlettiği ve buralarda özellikle Yahudi aleyhtarı sloganlar attırdığına dair bilgiler yer almaktadır. Bir JDL lideri olan Mordechai Levy, Philadelphia’da Ku Klux Klan ve Amerikan Nazi Partisi’nin ortak bir miting düzenlemesini organize etmiştir!… ADL; Sekülerizmin Amerika’daki Bekçisi Tüm bunların yanısıra, ADL’nin belki de en büyük icraatı, Amerika’da sekülerizmi güçlendirmek ve genişletmek oldu. Bu yolda ADL’nin en büyük destekçisi ise her zaman olduğu gibi masonlardı. The Ugly Truth about the ADL’de, ADL’nin, İskoç Riti masonluğu ile birlikte, “Amerika’yı paganlaştırma” yönünde uzun bir mücadele verdiği anlatılıyor (pagan: putperest). Buna göre, bu ikili, Amerika’da Hıristiyanlığı toplum hayatının tümünden çıkarmak ve din-aleyhtarı bir laiklik yerleştirmek hedefindedir. Bu yönde şimdiye dek atılmış olan adımlar, hep bu ikilinin çabalarının sonucudur. Masonluk ve ADL işbirliği, Amerika’yı Hıristiyanlıktan koparmak ve yerine “seküler hümanizm”, yeni dinler ya da “Yeni Çağ” (New Age) gibi öğretiler yerleştirmek amacına yöneliktir. ADL’nin masonlarla olan işbirliği, en çok Yüksek Mahkeme kararlarında ortaya çıkmıştır. Amerikan hukuk sisteminin en üstünde yer alan Yüksek Mahkeme (Supreme Court), bizdeki Anayasa Mahkemesi’nin işlevini görür; çıkarılan kanunların Anayasa’ya uygun olup olmadığına karar verir. Mahkemenin en önemli özelliklerinden biri ise üyelerinin çok büyük bölümünün mason oluşudur. Loca görünümündeki bu “anayasa mahkemesi”nin en büyük misyonlarından biri ise laikliğin güç ve etkisini genişletmektir. Mahkemenin tarihi, dinin toplum hayatından tamamen çıkarılmasına yönelik kararlarla doludur. Yüksek Mahkeme’nin bu konuda aldığı kararlar arasında; devlet okullarında her sabah yapılması önerilen duayla ilgili kanunun iptali, dini sembollerin kamu alanlarında kullanılmasının yasaklanması, dini bayramların kutlanmasının yasaklanması, devlet okullarında sınıflarda Kutsal Kitap bulundurulmasının yasaklanması, normal mahkemelerin dua ile açılmasının yasaklanması gibi örnekler yer alır. Mahkeme’nin bu konudaki bakış açısı, İskoç Ritine bağlı 33. dereceden mason olan Hugo Black’ın 10 Şubat 1947 yılındaki bir açıklamasında özetlenmiştir. Black şöyle demiştir: “Anayasada bir dinin devlet eliyle tesis edilmesini yasaklayan madde, gerçekte din ile devlet arasında kalın bir duvar örülmesini gerektirmektedir.” Yüksek Mahkeme’nin bu sekülerizm misyonunun en büyük destekçisi ise yıllardır ADL’dir. İki ADL üyesi, Jill Donnie Snyder ve Eric K. Goodman’ın kaleme aldıkları Friend of the Court, 1947-1982 adlı kitapçıkta da açıkça belirtildiği gibi ADL “din ve devlet arasındaki kalın duvar”ın başta gelen savunucusudur ve Mahkeme’nin dini toplum hayatından çıkarmaya yönelik uygulamalarının hepsini büyük bir heyecanla desteklemektedir. Hatta kitapçıkta yazıldığına göre, ADL sözkonusu “duvarın daha da kalınlaşmasından” yanadır. Okullardaki din derslerinin kaldırılması ve benzeri uygulamaların başta gelen savunucusu olan örgüt, çok defalar “ispiyonculuk” görevini de üstlenmiş ve laikliğe aykırı bulduğu yerel bazı uygulamaları Yüksek Mahkeme’ye şikayet etmiştir. ADL, Hıristiyanlığı toplum yaşamından çıkarmak için bu denli uğraşırken, bir yandan yeni türeyen bir takım sapkın dini akımlara da var gücüyle destek olmaktadır. Dindarların, bu örgütü “Amerika’yı paganlaştırmak”la suçlamalarının nedeni budur. Masonluk ve başta ADL olmak üzere Yahudi lobisi, Amerika’nın “zinde güçleri” konumundadırlar… Yahudi önde gelenleri ve masonluk arasındaki İttifak’ın Amerika’yı daha da sekülerleştirmek istemelerindeki amaç açıktır. Amerika’nın bir “hıristiyan” toprağı olmasını değil, adı konmamış da olsa bir “Yahudi toprağı” olmasını hedeflemektedirler. Aslında, sekülerizmin, ya da daha yerinde bir ifadeyle Yeni Seküler Düzen’in (Novus Ordo Seclorum) üretilmesindeki gerçek amacın bu olduğunu söyleyebiliriz. 2. bölümde İttifak’ın hıristiyan dini otoritesine karşı giriştiği uzun savaşı ve bu savaşın bir parçası olarak ürettiği sekülerizmi incelemiştik. Amerika’da ya da başka bir yerde yapılan “daha da sekülerleşme” hareketleri, bu büyük planın, tüm dünyayı kapsayan bir Yahudi egemenliğini öngören Mesih Planı’nın birer parçasıdır. Yahudi egemenliği, bu egemenliğe temel prensipleri nedeniyle karşı çıkacak olan diğer dinleri tasviye etmeye çalışmaktadır. Ancak burada ilginç bir istisnanın varlığından söz etmek gerekiyor: Yahudi egemenliği, genel olarak diğer dinlerin zayıflatılmasını gerektirirken, bazı Hıristiyan mezhepleri bu kuralın dışında kalmaktadır. Çünkü bu Hıristiyan, daha doğrusu Protestan mezhepleri, Yahudilik’ten etkilenmiş, Yahudi dini kaynaklarını benimsemiş ve Yahudi dünya egemenliği hedefini de onaylamış durumdadırlar. Kitabın önceki bölümlerinde, en başta Püritenlik ve onun türevleri olan bazı Hıristiyan mezheplerinin Yahudilere olan ilginç bağlılığına ve Mesih Planı’na verdikleri desteğe değinmiş, bu mezheplere bağlı kişilerin “Hıristiyan Siyonistler” sıfatını kazandıklarını görmüştük. İşte Yahudi egemenliğine engel çıkarmayan, aksine onu destekleyenler, sözkonusu “Hıristiyan Siyonistler”dir. Ve bu “judaizer” mezheplere bağlı olanlar, geçmişte Mesih Planı’nı destekledikleri gibi bugün de desteklemektedirler. Amerika’nın üzerindeki Yahudi egemenliğinin önemli bir boyutu da budur.
|
Ey Millet Ne Zaman Uyanacaksın.!.
(Milli Görüş Lideri | Mücahit Prof.Dr. Necmettin ERBAKAN)
Bu Yazıların Bir Araya Getirilmesinde Emeği Geçen Herkesten Allah Razı Olsun.